MÜZİK ALETLERİ YERİNE İNSAN VÜCUDU KULLANSAK YA DA CERRAHİ ALETLERLE MÜZİK YAPSAK NE OLURDU!
BİR KEPÇE OPERATÖRÜ BİR DAVULCUDAN DAHA İYİ RİTM YAKALAYAMAZ MI!
ELEKTRİK TELLERİNİ GİTAR TELİ GİBİ KULLANSAK VE ŞEHRE RESİTAL VERSEK!
TÜM ŞEHRİ KARANLIK İÇİNDE BİRAZ YALNIZ BIRAKSAK!
HERKES BİRAZ KENDİNİ HATTA BİR BAŞKASINI DİNLESE !
NE DERSİN...
Not: Yazı uzun ama sadece bir film kritiği okumak istiyorsan yazının en altında ki son paragraf filmle ilgili. Gerisi müzikle aslında hayatımızın müziği ile ilgili! Anlayana...
Müziksiz hayat mı olur diyenlerin müziği tanımlama biçimleri bile o kadar boktan ki müziğin varlığı ile yokluğu arasında seçim yapmayı bu durum bile keyifsiz bir hale sokuyor. Buna rağmen müzik öyle ya da böyle hayatımıza bir şekilde sızıyor, sokuluyor. Burada müzik birbirine mesafeleri olan insan duvarlarının harcı gibi onları bir arada tutan ve onlardan tek bir resim elde etmeye çalışan sınırsız bir çerçeve, sonsuz bir ses hiyerarşisi gibi görünse de janrlara (türlere/tarzlara) ayrılmış müzik kültürü bu kültürü müzikal bir çeşitlendirmeden ziyade moda kataloglarına ayırmış ve bir yerden sonra müzik tek tipleşmeye başlamış denebilir. Aslında bu tek tiplilik için belli bir kronoloji verilemese de en son 90larda ufak pırıltılarını görmeyi umduğumuz bu beklenti yerini bundan sonra tamamen bir moda akımı destekçisi olan müziğin metalaştığının kesinleştiğini müjdeler. Aslında sanayi devrimi ve sonrasında her şeyin böyle olacağı belli olsa da kapitalizmin müziğe yansımaması zaten yadsınamazdı. Sonuçta yaşadığını düşündüğümüz “CANLI MÜZİK” çoktan öldü.
İşte
70lerde Punk (rock) ideolojisi denen şey nasıl ölü doğduysa 90larda ise Grunge da bu nihilist tuzağa düşüp ‘‘Ortada bir problem varsa kendin çöz, başkasından
bekleme’’ diyen D.I.Y etiğini “ Ortada
kuyu var, yandan geç” e çevirmiş ve bu sorumsuz/sorunlu müzikal tüketim müziği
oluşturan ana fikri bir anda yerle bir etmiştir. Bu açıdan her müzikal tür
kendi kitlesini sırf beslemek/sömürmek ve kendi içinde kutsamak için üretilmiş
bir tasarıdan ibarettir. Bir başka deyişle müziğin tanımını bizim yerimize başkaları
yapıyor ve biz onu öyle görmek öyle dinlemek zorunda kalıyoruz ne yazık ki!
Ekranlarda dönen “SES YARIŞMALARI” ise kendi
sorunlu müzikal hafızasının halka enjekte edilmesinden öteye geçemezken, bir
biçim oluşturmak ve müziği çoğaltmaktansa kopyanın kopyasının kopyası olmayan
yeni müzisyen gençleri bu kurtlar sofrasına sunuyor. ÇÜNKÜ MÜZİK EĞİTİMİ BİLE
ASLINDA TARZLARIN BİRBİRİNE ÜSTÜNLÜK TASLAMASINDAN ÖTEYE GEÇEMEDİĞİ İÇİN BİR
BOKA YARAMIYOR. Kİ ÜLKEMİZ BU AÇIDAN TRAJİKOMİK BİR KONUMDA!
İşte tüm bunlar içinde sifonu çekmek bile en güzel orkestra
ne mutlu müzikal haz yolculuğu! Artık insan özüne dönmeye yağmurun/ rüzgarın
/suyun ve toprağın kendi ile iletişimini
sağlayan o ritimleri tekrar yakalamaya büyük bir istek içinde bulunsa da artık
müzikal bir kutsallık ya da yeni bir Mesih arama vakti çoktan yok oldu. Çünkü
müzikal bir tatminden hiçbir zaman bahsedemeyiz. Çünkü müzik düşündüğümüz
şeyleri öyle değiştirebilecek bir güce hiç sahip olmadı. Sadece bizim büyük
çaresizliğimizin fonunda bir “FON MÜZİĞİ” olarak öylece kaldı/kalıyor.
Bunca lakırdıdan sonra filme dönecek olursak şehirlerinde ve
dünyada ki müzikal beğeni ve istekleri beğenmeyen bir grup anarşist müzisyenin
kurduğu müzikal çete ellerinde metronomları ile şehirde bir takım provokatif eylem
çetelesi tutarlar ve amaçları insanların yeniden saf müziğe yönelmelerini
sağlamak yani bir tür artık uyanma vakti deme denemesidir. Eğer bu film için bir etiket
isterseniz MÜZİKAL FİGHT CLUB. Sanırım bu söylediğimi terasta el ele tutuşma
sahnesi bile desteklemeye yetiyor. Sound OF Noise / Yaşamın Ritmi adı ile 2010 İsveç/Fransa
ortaklığı ile yapılmış bir film. Müzik yaşamımın ritmi diyenlerin izlemesi
gereken bir film.



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
YORUM YAZMAKTAN VE PAYLAŞMAKTAN KAÇINMAYIN.YORUM YAZAN ARKADAŞLARA TEŞEKKÜRLER.