22 Ekim 2011 Cumartesi

ŞEYTAN KADINLAR

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Geçen gün girdiğim bir kitapçıda bir kitap gördüm. Seri katillerin ve psikopatların sadece erkeklerden oluşmadığını belgelemek için yazılmış sanki. Yazarı biyografi yazarı Shelley Klein. Yazarın hem cinslerinin şeytani yönlerini göstermesi “helal olsun be abla” denilebilecek bir durum. Kitapta Roma İmparatoru Claudius’un iki karısı Valeria Messalina ve Genç Agrippina, Çin İmparatoriçesi Tz’u Hsi, Rus İmparatoriçesi Büyük Katerina gibi imparatoriçeler, Romanya diktatörü Nikolai Çavuşesku’nun karısı Elena Çavuşesku gibi first lady’ler tutun sıradan kadınlara kadar bir biyografi hazırlanmış. Kitapta 15 tane kadın anlatılıyor. Aralarında en tanıdık ABD’li seri katil Aileen Carol Wuornos. Charlize Theron “Monster” adlı filmde bu kadını canlandırmış ve Oscar heykelciğini koluna takmıştı. 1800’lü yılların sonlarına doğru zengin anne ve babasını onlarca balta darbesiyle öldüren Lizzie Borden ise ‘cinayetleri işleyebilecek kadar canavar olmadığı’ gerekçesiyle aklandı. Borden’in işlediği cinayetler, Angela Carter’ın ‘The Fall River Axe Murders’ adlı hikâyesine konu olmuş. Bize böyle kadınlardan korunmak için şu duayı etmek kalıyor: "Allâhümme ecirna min şerri'n-nisâ." Yani “Allah’ım beni kadınların şerrinden koru” anlamına geliyor. Şunu belirtmek gerekir ki erkeğinde, kadınında şerli olanları vardır. Dikkatli olmak gerek! Not:Kitap ülkemizde erko yayıncılık tarafından yayınlanmaktadır. Ayrıca kitabın başlığı sanki tüm kadınları şeytan kategorisinde ele alıp öyle bir sıralama yapılmış intibası bırakıyor. Bu yüzden çeviride ya hata yapılmış ya da bir satış stratejisi güdülerek böyle çevrilmiş diye düşünüyorum. Bu ilginç bir durumdur çünkü kitabın çevirisini yine bir bayan olan Ceren Günger yapmış. Bu arada yazar The Most Evil Secret Societies in History,The Most Evil Dictators in History,The Most Evil Pirates in History gibi seri kitapları da var.
Kitap açıklaması:
Büyük Rus İmparatoriçesi Katerina’dan, Roma İmparatorluğu’nun entrikalarla dolu sarayında yaşayan imparator eşlerine, sıradan ev kadınlarından, yirminci yüzyılın en büyük katliamlarından birine imzası atan Elena Çavuşesku’ya kadar, yalnızca cinayet işlemiş olmakla kalmayıp, ağır insanlık suçlarını da üstlenmiş bu kadınların öyküleri, uzak ve yakın tarihin karanlıkta kalan taraflarını aydınlatıyor. Klein, bu çalışmasında bu ilginç karakterlerin hayatlarını ve suç kariyerlerini incelemenin yanı sıra, kadın katillerin erkek katillere oranla çok daha dehşet verici bulunmalarının sebebini de araştırıyor. Ekonomik etkenler, gelecek kaygıları, mevki hırsları, çocukluk ve ilk gençlikte yaşanan çapraşık ilişkiler ve bunun gibi pek çok temele dayanan cinayetlerin faillerinin kişiliklerini en saf hallerinden başlayarak ele alıyor.


MS I. YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE KADAR KADIN KATİLLERİN KATALOĞU:

AILEEN CAROL WUORNOS – Kurbanlarını erkekler arasından seçen Amerikalı seri katil
BÜYÜK KATERİNA – Merhametsiz Rus İmparatoriçesi
ELENA ÇAVUŞESKU – Romanya diktatörünün namussuz ve katil karısı
GENÇ AGRIPPINA – Neron’un katil annesi GRACE MARKS – Kanada’nın en meşhur kadın katili
I. RANAVALONA – Madagaskar’ın despot kırbacı
KARLA HOMOLKA – Kanada’nın kötü şöhretli seks katili
LIZZIE BORDEN – Adaletten kaçmayı başaran Amerikalı anne-baba katili
MARIE NOE – Kendi çocuklarını öldüren Amerikalı seri katil
MARY ANN COTTON – İki kocalı arsenik katili
MYRA HINDLEY – İngiltere’nin en lanet edilen kadın katili
ROSEMARY WEST – Üst üste on cinayet işleyen bir katil
TZ’U-HSI – Çin’in küstah Dul İmparatoriçesi
VALERIA MESSALINA – İmparator Claudius’un ahlaksız karısı

21 Ekim 2011 Cuma

ÜST KATTAKİ TERÖRİST

1 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Ağbim yirmi yaşında bu vatan için şehit oldu. Siz büyük şehirlerin ışıklı bulvarlarında elinizi kolunuzu sallayarak rahatça yürüyebilin diye o gitti Çukurca’da mayına bastı. Ben yedi yaşındaydım o zaman. Cenaze günü çok güzel bir komando üniforması çektiler üstüme, mavi bereli. Ağlarsam teröristlerin sevineceğini söylediler, tuttum kendimi, hiç ağlamadım. Ağbimi taşıyan cemse önümüzden geçerken dimdik durdum, asker selamını çaktım ay yıldızlı tabuta. Herkes bana baktı o an, sanki şehit olan benmişim gibi sarılıp ağlamaya kalkanlar bile oldu. Çok pis sinirim bozuldu bu duruma. “Ağlamayın,” diye bağırdım. Öyle bağırınca bütün kameralar bana döndü, akşam bütün ana haber bültenlerinde ilk haber olarak ben vardım. Ertesi günkü gazeteler: “Şehidin Kardeşinden Asker Selamı” başlığıyla çıktılar. “Teröre asıl darbeyi “Ağlamayın!” diye bağıran bu çocuk vurdu!”

 Bir anda meşhur olmuştum. Ama şımarmadım, genç yaşıma rağmen kaldırabildim bu şöhreti. Ağbimi çok sevdiğim halde, acımı içime gömdüm yıllarca, belli etmedim kimseye. Acaba beni unuttular mı diye ana haber bültenlerine telefon açtım bir iki sefer, iki-üç-beş sene geçmesine rağmen hala ağlamadığımı söyledim. Haber merkezinde çalışan adamın biri, “Aferin evladım, böyle devam et,” dedi. Uğur Dündar’ı, Ali Kırca’yı istedim, bağlamadılar. Hiçbiri haber yapmadı ağlamayışımı, bendeki metaneti, beş senedir teröre indirdiğim psikolojik darbeleri görmezden geldiler. Satılmış orospu çocukları.

 Sonra olan oldu. Ağbimi öldüren teröristlerden biri üst kata taşındı. Saçı sakalı birbirine karışmıştı, ne de olsa dağda yaşamaya alışmış hayvan. Ne zaman merdivenlerden çıksa kapı deliğinden bakıyordum, kulağımı kapıya yaslayıp ayak seslerini dinliyordum. Geceleri İngiliz anahtarıyla üst kata giden kalorifer borularına vurup ürkütücü seseler çıkartıyordum. En sonunda dayanamadım, bizim dükkana gittim.

“Öldürelim onu baba,” dedim. “Ağbimin öcünü alalım.”

Babam, “Allah’ından bulsun,” dedi.

“Bulmaz. Sen öldürmeyeceksen ben öldüreyim. Türklük şuur ve gururu bunu gerektirir.”

“Otur oturduğun yerde.”

“Silahını ver, ben öldüreceğim. Oniki yaşındayım, çok yatmam çıkarım.”

“Bacaklarını kırarım senin!”

 “Hani ağbimin cenazesinde beni de alın komutanım, ben de savaşacağım, diyordun. Hani beni kucağında sallayıp bir oğlum daha var, bu vatan için onu da veririm, diyordun. Şimdi savaş zamanı baba! Hadi! Niye öyle ürkek bakıyorsun? Yoksa sen de her şehit cenazesinden sonra iki gün gaza gelen sahte milliyetçilerden misin?”

 Cevap veremedi. Babamla ipleri attım. Anneme gittim. Babamın silahını istedim, vermedi. Ocağa gittim, il başkanıyla görüşmek istediğimi söyledim. Başkan ayakta karşıladı, çok sever beni, her sene yeniledi ilk hediye ettiği komando üniformasını zaten. Hemen bir oralet söyledi. Durumu anlattım.

 “Tamam Nurettin,” dedi. “Sen üzülme. Bizim çocuklara söylerim, bir bakıştırırlar. Dediğin gibiyse onu buralarda barındırmayız.”

 Başkan sağ olsun hemen dövdürdü teröristi. Apartmana girerken pencereden gördüm, zor yürüyordu, ağzını burnunu eline vermişler. Bir hafta evden çıkamadı. Ama yetmez. Sadece dövmekle olmaz ki. İki hafta bekledim, başka icraat yok, terörist iyileşti, sokaklarda elini kolunu sallayarak gezmeye başladı. Tekrar Ocağa gittim, “Bana verilen sözlerin yerine getirilmesini istiyorum sayın başkanım,” dedim. “Eli kanlı terörist, bebek katili şerefsiz, oturuyor hala üst katımızda.”

 Başkan, “Seni anlıyorum Nurettin ama elimizden bir şey gelmez,” dedi.

“Nasıl gelmez?”

“Çocuk öğrenci. Bir eylemi yok.”

“Ne yani, eyleme geçmesini mi bekleyeceğiz?”

“Eyleme geçemez. Bir şey yapamaz merak etme. Gözünü korkuttuk.”

“Neden başkanım neden! Adam teröristse sıkalım kafasına, verin silahı ben sıkayım.”

“Biz silahları gömdük Nurettin. Çatışmaya girmiyoruz artık, eskisi gibi değil işler.”

“Hadi lan oradan sayın başkanım,” dedim. “Daha geçen sene takır takır saydırdınız stadın arkasındaki otopark ihalesi yüzünden.”

 Başkanın sinirden eli kolu titredi. Tokat atacakken tuttu kendini.

“Git Nurettin git,” dedi. “Sinirimi bozma benim!”

“Gitmiyorum.”

“Nurettin çık dışarı!”

“Çıkmıyorum başkanım.”

İki üç adam koluma girdi, kapıya kadar ‘sen ne biçim konuşuyorsun lan başkanla,’ diye dan dun giriştiler.

“Ben şehit kardeşiyim şerefsizler,” diye bağırdım. “Hepinizden daha milliyetçiyim.”

Başkan odadan çıktı, beni dövenleri bir kenara çekti.

“Lan ben size dövün mü dedim?” diye sordu.

 “Ama başkanım falan,” dediler, başkan dinlemedi, hepsini tokatladı. Hırsını alamadı, bir tanesine tekme attı, başka birinin kafasına da tespihini fırlattı. Dediğim gibi, başkan beni çok sever. Ama siyasi konjonktür nedeniyle elinden bir şey gelmiyordu.

 İş başa düşmüştü. Teröristi teknik takibe aldım, kendi imkanlarımla etkisiz hale getirmeye çalışacaktım. İninde vuracaktım onu. Evdeki silahı aradım, annem benim kararlılığımı gördüğünden olsa gerek çok iyi saklamıştı, belki de imha etmişti. Bütün dolapları altüst etmeme rağmen bulamadım. Bu sayede annemin bileziklerini buldum ama. Kuyumcuda bozdurdum hemen. Av malzemeleri satan dükkana gittim, pompalı tüfek alacaktım. Adam satmadı. İzindi, form doldurmaydı, onsekiz yaşını geçmeydi falan, bir ton şey saydı, sinirden beynimden aşağı kaynar sular döküldü, adamla gırtlak gırtlağa geldik, attı beni dükkandan. Madem öyle, bilezikleri geri alayım bari dedim. Aynı paraya geri almadı şerefsiz kuyumcu, bir tanesini eksik verdi. Akşam o sinirle eve dönerken yerden büyükçe bir taş aldım, salladım teröristin penceresine, tam isabet, şangır şungur indi cam. Karşı apartmanın bahçe duvarına mevzilendim. Cama çıktı terörist, baktı baktı, içeri girdi.

 Bu cam kırma olayı iki üç gün sakinleştirdi beni ama ondan sonra sinirlerim bozuldu. Adamlar ağbimi şehit ediyor, ben sadece camlarını kırabiliyorum. Bu işte müthiş bir adaletsizlik vardı, ağbimin duvardaki resmine bakmaya utanıyordum. Askerdeyken yazdığı ve sonradan yüzlerce kez okuduğum mektupları yeniden okumaya utanıyordum. Başka türlü bir plan geliştirmeliydim.

 Bıçaklamaya karar verdim. Komando bıçağımı biledim. Ama tehlikeli olabilirdi bu bıçaklama işi, ya hemen silahını çekerse? Çekerse çeksin ne olacak! Türk’e silah çekmek intihar demektir. Bıçağımı alıp çıktım, kapısının önünden geri döndüm. Kafama iki yumruk attım, ne yapıyordum ben? Biraz mantıklı davranmalıydım, beni keklik gibi avlamasına müsaade etmemeliydim, aynı aileden iki şehit, göbek atarlardı artık. Stratejik bir plan yaptım. Komşu ziyareti süsü verip evine gidecektim, sonra boş bir anından faydalanarak sert bir cisimle kafasına vurup bayıltacaktım, bayılınca da artık boğazını kesiverirdim. Bıçağı arka cebime koyup çıktım. Tam kapısını çalacakken eve döndüm yine, mutfaktan kek alıp bir tabağa koydum, tekrar çıktım, kapıyı çaldım. Karnıma bir ağrı girmişti, kalbim güm güm atıyordu. Heyecanı kaldıramadım, geri kaçtım. Savaş psikolojisi işte. Kapı açıldığında bir kat aşağıdaydım.

‘‘Kim o?’’ dedi bir kız sesi.

Bu kız nereden çıkmıştı?

‘‘Benim,’’ dedim.

‘‘Sen kimsin?’’

‘‘Alt komşunun oğluyum. Annem kek yapmış, getireyim dedim.’’

 Merdivenleri çıktım. Tabağı aldı. ‘‘Teşekkür ederiz, çok düşüncelisin,’’ dedi. Hayatımda gördüğüm en güzel kızdı, göğüsleri çıkmıştı, taş gibiydi.

‘‘İçeri gel istersen,’’ dedi. ‘‘Biz de film seyrediyorduk.’’

 Biz dediğine göre teröristle aynı saftaydı, çok yazık, hayatımda gördüğüm en yeşil gözlü kızdı ama gözlerinin rengi bir anda silindi gitti. Ne filmi seyrediyorlardı acaba? Ne olacak, örgüt içi eğitim filmidir. Beni de kafalayacaklardı akıllarınca. Yoksa neden içeri davet etsinler.

‘‘Eee?’’ dedi.

‘‘Ne eee?’’

‘‘Geleceksen gel, gelmeyeceksen kapıyı kapatacağım. Akşama kadar böyle durmayacağız herhalde.’’

Girdim.

Terörist içeriden, ‘‘Kim geldi?’’ diye seslendi.

‘‘Alt komşunun oğlu canım!’’

Terörist, ‘‘Merhaba,’’ deyip elini uzattı, pis pis sırıttı. ‘‘Ben Semih’’

 Kod adındır, yemezler canım. Ben yedi yaşından beri terörle mücadele ediyorum, neler gördüm geçirdim. Elini sıktım, ‘‘Ben de Nurettin,’’ dedim. Bırakmadım avucumdaki eli, gözlerinin içine baktım, ‘‘Gerçek adım tabii.’’

Güldü. Sevimli görünmeye çalışıyordu.

 ‘‘Filmin en güzel yerindeydik. Şu bitsin de muhabbet ederiz,’’ dedi. Yerine oturdu, donmuş filmi tekrar canlandırdı. Filme baktım, romantik Fransız sineması, örgütçülükle alakası yok, ben gelince değiştirmişti herhalde.

Güzel kız, ‘‘Ne içersin?’’ diye sordu.

Ortama baktım, bira içiyorlardı.

 ‘‘Bira,’’ dedim. ‘‘Öyle bakma, daha önce de çok içtim.’’ Kız mutfağa gitti. Semih kod adlı terörist rahat adamdı, bira dediğimde hiç bakmamıştı bile, rahatlığıyla beni kafalayacaktı güya. Camı bile taktırmamıştı.

 Daha önce bira içtiğim yalandı tabii, şüphe çekmemek için onlar gibi takılmaya karar vermiştim. Film on beş dakika sonra bitti. Bu arada kız Semih’e sarılmıştı iyice, keyifleri yerindeydi. Teröristlik çok rahat işmiş valla, bir elinde bira, bir elinde hatun, VCD’de film, gününü gün ediyordu şerefsiz. Film bitince terörist keki yedi. Doymadı, kebapçıdan pide söyledi hepimize. Paraları örgüt veriyordu tabii, ondan bonkördü böyle. Bizim komandolar dağda yılan yesin, bunlar her gün pide kebap, bir elleri yağda bir elleri balda. Planımı uygulamak için kızın gitmesini bekliyordum ama bir türlü gitmiyordu. Bir yerlere telefon açtılar, kızın yerine imza atmasını istediler birilerinden. Ne imzası olduğunu anlayamadım. Çok da kurcalamadım, ikisini birden öldürmeye karar verdim. Kız zaten, ‘‘Biz,’’ demişti. Yine de son anda bir duygusallık yapıp ona kıyamayabilirdim, birincisi sahiden çok güzeldi, etrafına yaralı bir kurt gibi bakıyordu, tıpkı Börteçine. Gözler kalbin aynasıysa işim çok zordu. İkincisi tam olarak emin değildim terörist olduğundan, masum vatandaş olma ihtimali vardı. Siyasi görüşlerini sordum.

 Güldüler. Teröristiz diyecek halleri yok. Aynı soruyu bana sordular. Ben gülmedim, buz gibi baktım, ‘‘Türk Milliyetçisiyim,’’ dedim. ‘‘Saklayacak bir şeyim yok. Türk’sen övün, değilsen itaat et!’’ Enselerinde soluğumu duymalarının vakti gelmişti. İkisiyle de başa çıkabilirdim. Lakin biradan başım dönmüştü çok pis. Doğru zaman değildi belki de.

‘‘Ben kalkayım artık,’’ dedim.

Semih, ‘‘Yine gel Nurettin,’’ dedi.

‘‘Elbet geleceğim,’’ dedim. ‘‘Bir gece ansızın.’’

Yine güldüler.

 Her gün gitmeye başladım üst kata. Bir türlü cesaretimi toplayamıyordum. Bizim Semih’in bir sürü arkadaşı vardı. Bütün gün oturuyorlardı. Muhabbetleri iyiydi. Ben yanlarında olduğum için yapacakları eylemleri konuşamıyorlardı tabii. Bazen bir ikisi mutfağa çekilip fısıldaşıyordu. Hemen yanlarına gidiyordum, susuyorlardı. İki tanesi tam teröristti, resmen Kürt’tüler. Bir de övünüyorlardı bununla. İnsan en azından saklamaya çalışır, ben Kürt olsam kimseye söylemem mesela, kendi içimde halletmeye çalışırım o problemi. Ama bunlarda hiç utanma da yoktu, evin içinde herkesin duyabileceği desibelde Kürtçe konuşup bölücülük yapıyorlardı. Bütün bu tahriklere rağmen günlerce alttan aldım, ‘‘Gelin! Tek bayrak, tek millet, tek yürek olalım,’’ çağrımı yineledim müteaddit kere. Dinlemediler. En sonunda dayanamadım, çektim bu ikisini karşıma, ‘‘Bugün Kızılderililer bile Türk olduklarını kabul ettikten sonra siz kimsiniz de biz başka bir milletiz diye lüzumsuz çıkışlar yapıyorsunuz,’’ dedim. Güldüler. ‘‘Üniter devlet yapısını sarsamazsınız lan,’’ diye bağırdım. ‘‘Yiyorsa bölün’ Kolay değil öyle o işler!’’

 ‘‘Tam faşoymuş bu,’’ dedi Kürdün biri. ‘‘Küçük Faşo,’’ dedi öbürü. O günden sonra adım öyle kaldı, Küçük Faşo aşağı Küçük Faşo yukarı. Kendilerine taktıkları gibi bana da bir kod adı takmışlardı.

 Kürtlerin ana dillerinde bölücülük yaptıkları bir gündü yine. Sinirim tepeme vurmuştu. Onlar gittikten sonra evin içinde sert bir cisim aramaya başladım. Bu sefer kesin öldürecektim Semih’i, hazır kız arkadaşı da yoktu, yalnız kalmıştık, aylardır beklediğim fırsat ayağıma gelmişti. Arka odada bir ütü buldum. Semih, Mali Tablo Analizi isimli saçma bir dersin fotokopi notlarını okumakla meşguldü, vize haftasıymış. Arkasından sessiz adımlarla yaklaştım, kafasına indirecektim dan diye, görecekti esas tabloyu, şanlı Türk’ün analizini. Tam vuracakken döndü. Çakal! Arkasında da gözü vardı sanki, o kadar gerilla eğitimi almış tabii, kolay lokma değil.

‘‘Ne yapıyorsun o ütüyle?’’ diye sordu.

‘‘Hiç,’’ dedim, bıraktım ütüyü. Birden, ‘‘Bana doğruyu söyle,’’ dedim. ‘‘Terörist misin?’’

Güldü yine.

‘‘Gülmeyi bırak, bir sefer de adam gibi cevap ver, iki dakika delikanlı ol, rengini belli et. Teröristsen teröristim kardeşim de.’’

‘‘Değilim.’’

‘‘Kürt arkadaşların var ama.’’

‘‘Evet var, ne olacak?’’

‘‘Şerefsiz,’’ dedim.

Ayağa kalktı, ‘‘Ne diyorsun lan sen!’’

Yakasına yapıştım.

‘‘Benim ağbim sizin yüzünüzden öldü lan,’’ dedim. ‘‘Siz öldürdünüz onu!’’

‘‘Ben kimseyi öldürmedim.’’

‘‘Ağbim senin yaşındayken öldü. Bir ay vardı terhisine. Cenazesini bile göstermediler, paramparça olmuş.’’

‘‘Bilmiyordum Nurettin. Çok üzüldüm.’’

Sustuk on dakika.

‘‘Sen kimden yanasın,’’ dedim.

‘‘Ben barıştan yanayım.’’

 Beynimden aşağı kaynar sular döküldü. ‘‘Siktir lan ne barışı,’’ diye bağırdım. ‘‘Ağbimin katilleriyle mi barışacağım! Kafama sıkarım daha iyi!’’

‘‘Bu savaşın sonu yok ama.’’

 ‘‘Olmasın! Sana ne! Senin keyfin yerinde tabii. Millet dağda savaşsın sen burada otur! Tembel herif! Vize haftası gelene kadar ders bile çalışmadın. Kız arkadaşın var, sarılıp yatıyorsun, günde kırk sefer öpüyorsun, kapıyı açmaya bile onu gönderiyorsun. Geceleri yurttan kaçıyor, senin yanında kalıyor, arkadaşları imza atıyor yerine. Yurt müdürünü aradım, şikayet ettim zaten.’’

Yakamdan tuttu.

‘‘Sen miydin lan o ihbarı yapan. Vay adi şerefsiz! Siktir git!’’

Vileda sapını kavradım.

‘‘Öldüreceğim lan seni!’’ diye bağırdım. ‘‘Ölü olarak ele geçireceğim lan seni!’’

 Sapı çekti aldı elimden, bir yumruk oturttu çeneme. Bıçağı o gün yanıma almamıştım, lanet ettim, çıktım gittim. Eve indim hırsla, sinirden titriyordum. Anneme, ‘‘Çabuk silahı ver,’’ dedim. Vermedi. Bir bardak fırlattım kafasının üstünden, duvarda kırıldı. Başörtüsünün ucuyla ağzını kapatıp ağlamaya başladı. Üstüne yürüdüm.

‘‘Sen söyledin bana! Üst kata ne idüğü belirsiz biri taşındı, kesin teröristtir dedin.’’

‘‘Ne bileyim evladım, saçlı sakallı görünce öyle zannettim. Bana da komşular söyledi zaten. Ne bileyim, öğrenciymiş çocuk.’’

‘‘Öğrenci möğrenci fark etmez, etkisiz hale getireceğim onu, çabuk silahı ver.’’

‘‘Vermem.’’

 ‘‘Sen ne biçim şehit annesisin! Ağbimin cenazesinde de ayıldın bayıldın zaten, senin yüzünden teröristler bayram etti. Yazıklar olsun sana!’’

 Annemle de ipleri attım. Gittim sahilde oturdum gün ağarana kadar, dalgalara baktım. Çırpınırdı Karadeniz’i söyledim. Gerçi deniz Marmara’ydı ama mühim olan duyguya girebilmekti. Gözlerim doldu, neredeyse beş sene sonra ilk defa ağlayacaktım. Çevreyi kolaçan ettim, kimse yoktu. Ama yumruğumu dişledim, tuttum kendimi. Teröristler uydu kamerasıyla fotoğrafımı çekerler Allah muhafaza, ondan sonra da ‘bu muydu lan ağlamıyor dediğiniz çocuk’ diye bir karşı propaganda başlatırlar hemen, sen en iyisi ağlama oğlum Nurettin dedim, sık dişini.

 Semih’le küsüşünce yaşamın bir anlamı kalmadı. Günler sakız gibi uzamaya başladı. Ne cinayet planları, ne bir ağız dalaşı, ne bir soğuk savaş atmosferi. Yalnızlık berbat bir şey, Kürtleri bile özlemiştim neredeyse. Dayanamadım, gittim kapısını çaldım. Öyle baktım boş boş. Sarıldı bana.

‘‘Özlemişim lan seni,’’ dedi. ‘‘Küçük Faşo, gir içeri.’’

 İşte böyle barıştık, bir şey diyemedim girdim içeri, şeytan tüyü vardı şerefsizde. Biralarla, Avrupa sinemasıyla, geniş arkadaş çevresiyle, fıstık gibi kız arkadaşıyla kandırmıştı beni. Bu ne biçim memleketti böyle, muhabbet edecek tek arkadaşım vardı, o da teröristin biriydi.

 Bir gün mutfakta makarna yapıyordum. Evde dünyanın adamı vardı. Ortama lüzumsuz bir ciddiyet çökmüştü. İki saattir, ‘‘Yapalım mı yapmayalım mı?’’ tartışması vardı.

Semih, ‘‘Bu ufacık yerde ne yapabiliriz ki?’’ dedi. ‘‘Kimse gelmez.’’

Makarnayı süzerken, ‘‘Yaparız,’’ diye seslendim içeri. ‘‘Merak etmeyin.’’

 Kürtler, ‘‘Şu küçük Faşo kadar olamadın,’’ dediler Semih’e. Semih sinirlendi, ‘‘Tamam lan yapalım,’’ dedi. ‘‘Ama demedi demeyin.’’

Yaparız diye atlamıştım ama ne olduğunu bilmiyordum. Salona girip ‘‘Ne yapıyoruz?’’ diye sordum.

‘‘6 Kasım.’’

‘‘6 Kasım ne?’’

Yine güldüler. Alışmıştım artık bana gülmelerine, ben de güldüm. 6 Kasım’da Semih’in yanına gittim.

‘‘Ne yapıyoruz Semih,’’ dedim.

‘‘Eylem. Sen otur evde.’’

‘‘Hayır, ben de geleceğim.’’

‘‘Otur.’’

‘‘Ne eylemi?’’

‘‘Teröristlerin eylemi.’’

‘‘Çocuk mu kandırıyorsun, öğrenci onlar. İkisinin arasında fark var.’’

‘‘Baştan öyle demiyordun.’’

‘‘Olabilir.’’

‘‘Sen milliyetçi değil misin?’’

‘‘Hiç kuşkun olmasın,’’ dedim. ‘‘Özbeöz Türküm ve şanlı milletimin milliyetçisiyim.’’

‘‘Gelme o zaman.’’

‘‘Türklük şuur ve gururun bunu gerektirir Nurettin.’’

‘‘Geleceğim.’’

‘‘Neden?’’

 ‘‘Gelirim kardeşim, Allah Allah. Benim de arkadaş çevrem sonuçta, hepsini tanıyorum elemanların. Ayrıca siz çocukları ön saflarda kullanmaya bayılırsınız zaten.’’

 Gittik. Şehrimizdeki ilk YÖK karşıtı eylem. 26 öğrenci, iki Kürt, bir Türk milliyetçisi, altmış çevik kuvvet polisi, yirmi özel güvenlik görevlisi ve her an müdahale etmeye hazır takviye esnaf kuvvetlerinin katılımıyla gerçekleşti. Polisler grubu çembere alıp ellerindeki biber gazlarını sıkmaya başlayınca herkesin gözleri doldu.

Öne çıktım, ‘‘Göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok,’’ dedim. ‘‘Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.’’

 Polisin biri copunu kaldırdı. Hem de bana! Müthiş sinirim bozuldu, ‘‘O copu alırım bir tarafına sokarım bak,’’ diye bağırdım. ‘‘Ben şehit kardeşiyim! Sen kimsin lan bana cop kaldırıyorsun!’’ Polis afalladı bir an, copla birlikte donup kaldı. Arkasından iki üç polis daha geldi, konuşmaya fırsat vermeden vurmaya başladılar. Hangi birine dert anlatacaksın. Semih kolumdan çekip üstüme kapandı, dayağın çoğunu o yedi. Dayağı yedikten sonra amcamın oğluna şikayet ettim bizim üstümüzde bizzat çalışanları. Çevik Kuvvet memuru olan amcamın oğlu tanımaya çalışır gibi baktı bana, tanıyınca da, ‘‘Senin burada ne işin var Nurettin?’’ diye sordu.

‘‘Hiç. Arkadaşlara bakmaya geldim. Babama söylemezsen sevinirim.’’

Öğrencilerin hepsini topladılar, beni bıraktılar.

 Babam akşama eve girer girmez iki tokat attı bana. Beş sene sonra ilk defa el kaldırıyordu, amcamın oğlu anlatmış meseleyi. Babam ağbimin duvardaki resmine bakıp ağlamaya başladı, ‘‘Bundan sonra üst kata çıkarsan hakkımı helal etmem sana,’’ dedi. ‘‘Bizi düşünmüyorsan onu düşün.’’

 Gene yapayalnız kaldım. On beş gün dayanabildim, sonra babam dükkandayken çıktım yine üst kata. Semih eşyalarını topluyordu, her tarafta koliler vardı. ‘‘Ne oluyor,’’ dedim. Okuldan uzaklaştırma vermişler altı ay. Boşa kira ödememek için memleketine dönüyormuş. Seneye gelecekmiş.

‘‘Bu eşyalar niye ortalıkta, götürmeyecek misin?’’

‘‘Taşıyamam. Arkadaşlara dağıtacağım eşyaları. Sen de bak, istediğini al. Filmleri sana bırakayım istersen.’’

‘‘Yok,’’ dedim. ‘‘Seyrettim zaten hepsini.’’ Kolinin birinde ütüyü gördüm, ‘‘Şu ütüyü versene bana,’’ dedim.

Ütüyü aldım. Arkasından yaklaştım. Döndü.

‘‘O ütüyle ne yapacaksın?’’ diye sordu.

‘‘Hiç,’’ dedim.

Gözlerim dolmuştu, kendimi daha fazla tutamadım.

‘‘Dönünce ara,’’ dedim. ‘‘Emlakçı tanıdıklar var, her türlü yardımcı oluruz.’’

Bana uzun uzun baktı. Omuzlarımdan sarstı.

‘‘Ne oldu Nurettin? Sen böyle duygusal bir tip değildin’’
Üst Kattaki Terörist
‘‘Değildim ama işte bu durum şimdi çok üzdü beni. Sen gidince canım çok sıkılacak. Yine yalnız kurt gibi kalacağım ortalıkta. Günler yüzüme tükürecek.’’

Kendimi tutamıyordum bir türlü. Sıkıca sarıldı bana, ‘‘Ağla o zaman,’’ dedi. ‘‘Açılırsın.’’

‘‘Peki, ben ağlarsam Semih,’’ dedim. ‘‘Sana bunları yapanlar sevinmez mi?’’

‘‘Boş ver onları kardeşim,’’ dedi. ‘‘Kimin umurunda ki…’’

- Emrah Serbes -

- Erken Kaybedenler, sayfa 89-101, İletişim Yayınları -


20 Ekim 2011 Perşembe

ICT SUMMİT EURASİA Bilişim Zirvesi 2011 İzlenimlerim

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

John Perkins


 Michael Mcqueen


ve Jim Stolze 


ICT SUMMİT EURASİA Bilişim Zirvesinin (3-5 ekim 2011) ana konuşmacıları John Perkins, Michael Mcqueen ve Jim Stolze  gibi önemli isimlerdi. Aslında ne kadar önemli kişiler olup olmadığını ve bu konferansa gelen birçok kişinin onları tanıyıp tanımadığını bende bilmiyordum. Belki de onları ilk kez duymuş olma ihtimali ister istemez dikkatleri 5 Ekim 2011’de paralel bir zamanda yapılan Yeni Medya Düzeni Konferansına yöneltmiş de olabilirdi. Ki Yeni Medya Düzeni Konferansı 2011 de sansasyonel isimler vardı.
WikiLeaks sitesinin kurucusu Julian Assange ve Wikipedia’nın kurucusu Jimmy Wales bu paralel konferansın ana konuşmacılarıydı. Bütün bunlara rağmen ICT SUMMİT EURASİA Bilişim Zirvesi 2011’in açılış günü 3 Ekim genel olarak bilişimin gücü ve bu gücün yönlendirilmesi temalı konuşmalarla geçti desek yeridir. Ülkemizde var olan potansiyeli ve ülkesel dinamiklerin bilişime nasıl entegre edileceği ve bunu iş gücü piyasası ile aynı potada eritebileceğimiz önemli konuşmaların altı çizili kısımlarıydı.
İşte bu noktada gerek John Perkins gerek Michael Mcqueen diğer konferansın konuşmacıları kadar sarsıcı etki yaratacak güçte ve popülaritede değillerdi sanırım. Üstelik John Perkins’in  yeni bir ekonomi modeline geçilmesi gerektiği üzerine devam eden konuşmasında verdiği örnekte  “ Eğer hepimiz Nike’a Endonezya’da zor şartlarda çalıştırdıkları insanlara iyi ücret vermesini söyler, aksi halde Nike ayakkabı almayacağımızı belirtirsek bakın neler oluyor” mesajı ile Michael Mcqueen’in Y kuşağından ( 90 sonrası büyüyen yeni nesil) seçici ve marka bilinçli olarak bahsetmesi ister istemez ortada bir çelişkinin varlığına işaret etti. 
Bunun dışında John Perkins global bir değişimin gerekliliğinden Michael Mcqueen ise farklılıkları iyi analiz etmemiz gerektiğinden söz ettiler. Birbirinden farklı alanlarda sektörlerin bilişim paydasında buluşması ve bunun yan ürünü olan panellerin katılımcıları memnun edip etmediğini tam kavrayamadım ama genel olarak panel için seçilen  ana başlıklar ve içerikler arasında iyi bir analiz yapıldığını söylemek pek kolay olmasa da bir çok sektörü ve iştirakleri bir arada görmek hoştu. 4 Ekim’de sanırım en yoğun olan panellerden biri “İşlerini e-ticarete Taşıyanlar” idi.  Kaan Dönmez’in kadın tüketicilerin alışveriş kültürüne değinmesi ve Talat Uyarer’in temel ev ihtiyaçlarının internet üzerinden temini ve bunun işlevselliği değinilen konular oldu.

Yine Jim Stolze’nin sunumu kısa ve genel geçer bir sunumdu. Üstelik 20-25 dakikalık sunum sonrası soru bile almaması ilginçti. “Dikkati satın almak” ise üzerinde durduğu ana fikirdi. Yine “Sosyal medyada şirketlerin ve kullanıcıların beklentileri nasıl bir araya getirilebilir?” adlı panel Bengü Vargül’ün (TAV Havalimanları Holding, Kurumsal İletişim koordinatörü) çok uluslu bir şirket olmanın incelikleri ve zorlukları ile MedyaNet’ten Banu hanımın sosyal medyada farklı kanalları kullanarak şirketlerin pazar payını arttırma eğilimleri üzerine notlar aklımda kalanlardı. Yine ilgi çekici bir panel olarak “ Yazılımın geleceği mobil uygulama” gerekli bir başlıktı. 

Bilişim meslekleri ve eğitimi forumu ana başlıklı panelin 5 Ekim’e konulması ve içeriğinde Fatih Projesi gibi devletimizin büyük bir emek ve sermaye ayırdığı bir projenin konferansın son gününe denk gelmesi bence büyük talihsizlikti. Tübider’den Erkin Fındık ve Niyazi Saral’ın bilişim sektöründe meslek standartlarının olmadığını ve sektör birliğinde eksik olduğumuzun vurgusu önemliydi. Ama Fatih projesi panelinde Abbas Güçlü’nün konuşmayı genel olarak sabote etmesi ve çözümden çok sorun odaklı bir umutsuzluk bilinci oluşturma çabası bence yersizdi. Doğru noktalara değinmesine rağmen ( ihalelerin şeffaflığı, bu projenin belli başlı şirketlerin faydasına olacağı [Türk Telekom gibi] ) konunun odağının sürekli kayması katılımcıların sorularına soru sormaya vakit kalmamasına sebep oldu. Eğitek’den Niyazi Saral’ın açıklamaları ise Fatih projesi için tam yeterli değildi. Bu uzun süredir üzerinde çalışılan projenin belirsizlikler içerdiği izlenimi verdi. En azından ben böyle düşünüyorum. Teknoloji odaklı projelerin artmasına rağmen Bilişim öğretmenlerinin atamalarının azalması ve Milli Eğitim ile üniversiteler arasında bir koordinasyon kopukluğu olduğu gerçeğinin gün yüzüne çıkmasını da bir kez daha görmüş olduk. Bu açıdan yetişmiş Bilişim elemanı ihtiyacımız varken Bilişim öğretmenlerinin atamalarının düşürülmesi ise bunun en net göstergesi sayılabilir.
Bunların dışında profesyonel içerik oluşturmaktan, müşteri memnuniyeti ve takibine, internet güvenliğine değin birçok paneli az çok dinleme fırsatım oldu. Konferansın son gününde neredeyse kimsenin panellerde olmaması ve yurt dışından gelen bir çok konuğun bile panelleri izleyip bir paylaşım sağlayamaması üzücüydü. Sonuç olarak çok etkili ve verimli olduğunu düşünmesem de bir tür tanıtım ve bilgilendirme ortamı oldu denebilir. Konferansın içeriğinin daha iyi belirlenmesi, konuşmacıların ona göre seçilmesi, Türkiye’nin bilişim teknolojilerinde ki yeri, gereklilikleri ve eksikleri ile ilgili daha net ve doyurucu sunumların gösterilmesi, yabancı misafirlerin ülkemizi daha iyi anlayabilmeleri için ulusal projelerimizin sunumlarını daha görsel kılmamız ve bundan bir değer oluşturmamız gerekliliği bu konferansın sonunda su yüzüne çıkan temel maddelerdi.   

17 Ekim 2011 Pazartesi

Lüzumlu Adamlar hep Lüzumsuz Görülür- Adnan Benk'in kaleminden Sait Faik Ağıtı

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

"Sait, ansızın öldü. Ölüm haberi bile vaktinde alınamadı. Cenazeyi evininin bulunduğu sokaktan geçirdiler. Bakmayın gazetelere ağlayan tek kişi yoktu. Yalnız yaşlı bir kadın, o da her tabutun arkasından ağlayan cinsten. Şişli Camii’nde, yüz kişi kadardık. Nasıl bir yağmur!... Revakın altına sığındık, sigara üstüne sigara içtik. Haldun'u o gün ilk defa dudağında sigara ile gördüm; onu da bitiremedi ya, düşürdü. Mezarın başına geldiğimiz zaman, biz daha azalmış, yağmur daha çoğalmış, imam da hızlanmıştı. Öylesine çabuk okudu ki, kimse âmin demek fırsatını bile bulamadı. Sonra... Araba bulmak için koşuşmalar, itişmeler.
Dönüşte, şoför: 'Kimdi bu, ağbi?' dedi. 'Sait Faik' dedik. Anlamadı. Üstelemedi de. Biz de bir şey anlamadık ya. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak için aşırı bir gayret gösterdik, 'Sait be, bu havada ölünür müydü?' diye bağıranlarımız oldu. Ama, sonraları, yavaş yavaş sıkıntı içimize çökmeye, yerleşmeye başladı.
Şimdi, Sait Faik hakkında konuşmak için daha çok erken. Ama, birtakım şeyler var ki, onları söylemek için hiçbir vakit erken değil: Sait Faik, en büyük hikayecilerimizden biri olan Sait Faik, eserlerinden hemen hemen hiçbir şey kazanamadan ölüp gitti. Keşke, değeri anlaşılmamıştı da ondan böyle oldu, diyebilseydik; ama, değeri anlaşıldığı halde parasız öldü.
Anası olmasaydı, o da sıkıntı içinde yüzecek yahut gidip bir bankada memur olacaktı. Sait Faik'i yaşatamadık. Onun gibi yaşatamadığımız, ellerine imkân veremediğimiz birçok yazarımız var. Bunlar için de hiçbir şey yapılmayacak, biliyorum. Dört beş bin okuyucu nasıl olsa onları besleyemez, bunu da biliyorum. Yarın bir gün, içlerinden biri ölünce, yine bir avuç insan bir cami avlusunda birleşeceğiz, sayfalar tertipleyeceğiz, anma törenleri yapacağız. Bu böyle. Orhan Veli, arkasından Sait Faik, arkasından...
Hepsi de, toplumda birer sığıntı, emeği gereğince ödenmeyen, sıkıntı çeken, yarının ekmeğini kazanmak için çırpınan kişiler. Sonra bir de kıskançlık! Sevdiğim bir dost söyledi, "Birçok hikâyeciler şimdi memnundur!" dedi. Rezalet ama, doğru. Gerçek, ideale falan uymuyor. Okuyucu kıtlığı var. Mesele şu beş on bin kişiyi başkasına kaptırmamakta. Hayat kavgası bu. Beş on bin kişi bir yanda, Sait'in adını bile bilmeyen yirmi iki milyon insan öte yanda. Sonra, bir de edebiyatmış, şuymuş, buymuş... geç!”

ADNAN BENK-SAİT FAİK'İ YAŞATAMADIK, Dünya Gazetesi Sanat Sayfası ,15 Mayıs 1954