10 Ağustos 2012 Cuma

O ŞİMDİ ASKER CANI NELER İSTER: Status Quo -in the army now

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA


Status Quo'nun statüsünü belirleyen en belirgin parçası "in the army now" bana her daim fazlasıyla faşizan gelmiştir. Hatta 2010 yılında parçayı tekrar bir kliple taçlandıran pişmaniye kıvamına gelmiş grup  Amerika'yı bir Mehmetçikler cenneti olarak göstermeye çalışmışlardı. Biz yedik mi yemedik. Ama yiyene de dur yeme demedik. Sonuçta bizde de "Her Türk Asker Doğar" diye bir dogma mevcut. Bunu "Her Türk Borçlu Doğar"  , "Her Türk Doğduğuna Pişman Olur" , "Her Türk Prematüre Doğar" gibi versiyonlara çevirmek mümkünken ben bu durumu oluruna bırakma taraftarıyım.

KISACASI ASKERE GİDİYORUM SEVGİLİ OKUR. BLOG SANA EMANET VATAN İSE BANA.
GÖZLERİNDEN ÖPER, GÖRÜŞMEK ÜZERE DERİM.

5 Ağustos 2012 Pazar

Meslek liselerinin parlak bölümleri yalanı : GAZETE VE DERSANELERİN REHBERLİKLERİNE PEK İNANMAYIN

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Geçenlerde memurlar.net adlı çoğu memurun iç dökme ve ajitasyon formu haline gelen sitede "Meslek liselerinin parlak bölümleri" adlı bir yazı gördüm. Çok manidar bu yazı "Akşam gazetesi" nin bir haberiydi. Üstelik "Uğur Dershaneleri" adlı kurumun rehberlik servisi tarafından yapılmış bir çalışmanın ürünüydü bu haber. Binlerce insanın okuduğu bu haberin doğruları işaret etmediğini kaynakları ile birlikte açıklamaya çalışacağım. Hemde bunu kısa bir sürede 10-15 dakika gibi bir sürede yapacağım. Koskoca bir gazetenin ve bunu haber yaparken çokta denetlemeyen bir sitenin yapmadığını yapacağım. 

Bunları yazarken şahsi deneyimlerim ve belgeler ışığında bir yazı yazacağım. Öncelikle bir araştırma yapılsa 10 meslek lisesinden ancak 1 tanesinin adam akıllı eğitim verdiğini söylemek bile fazla iyimserlik olur. Ki ben hem Ticaret Meslek hem de Anadolu ve Teknik Meslek liselerinde stajyer öğretmenlik yapmış biriyim. Her şeyden daha da önemlisi 70 kişilik üniversite sınıfımın % 80 i ya da daha fazlası meslek lisesi mezunu idi. 

http://www.memurlar.net/haber/267131/ linkinde ki haberde yazan aynen şu :

SBS maratonunda kısa yoldan meslek sahibi olmak isteyen öğrenciler için Uğur Dershaneleri rehberlik uzmanları, meslek lisesi alanlarını tanıtan bir rehber hazırladı: İşte meslek liselerinin gözde alanları:

Mobilya ve İçmekan Tasarımı alanı altında yer alan Mobilya ve İçmekan Ressamlığı, İç Mekan ve Mobilya Teknolojisi,Mobilya Süsleme Sanatları,Mobilya İskeleti ve Döşemesi, Ahşap Doğrama Teknolojisi dallarının yeterliklerini kazandırmaya yönelik eğitim yapılan alandır. Ön lisans programını başarı ile bitirenler ÖSYM tarafından yapılan dikey geçiş sınavında (DGS) başarılı oldukları takdirde; lisans programlarına dikey geçiş yapabilirler. Mobilya ve İç Mekan Tasarımı Alanından mezun olan kişi kamuya ve özel sektöre ait fabrika, atölye ve tersanelerde çalışabilirler. Kendi iş yerlerini açabilirler."

AMA BU YAZANLARIN NE YAZIK Kİ GERÇEKLE UZAKTAN YAKINDAN ALAKASI YOK.
NİYE Mİ ?

Bir örnekle duruma açıklık getireyim. Örneğimizi Mobilya ve Dekorasyon önlisans programı çerçevesinde yapalım. Şimdi öncelikle Türkiye'de önlisans bölümlerinin %90 'nı bir boka yaramaz. Bir boka yarayan önlisans programları ise işe yaradıklarından ziyade kamuda yani devlette iş bulma kolaylığından dolayı işe yarar gözükmektedir. Bunların geneli ise "Sağlık Sektörü" ile ilgili önlisans bölümleridir.

Haberde önlisans ile bazı bölümlerin çok çabuk iş bulabileceklerini ya da Dgs ile geçiş yapabileceklerinden bahsedilmektedir. Oysa ne iş bulmak ne de Dgs ile geçiş yapmak bu programlarda pek kolay değildir. Örnek verdiğim Mobilya ve Dekorasyon önlisans programı 260 ile 265  arası bir puanla lisansa öğrenci alırken ben iki kere 280-285 arası bir puan aldım. Dgs'de Türkiye derecesi yapmış biri olarak söylüyorum bunları. Üstelik kontenjanların artması ve bazı haksız ve düzensiz uygulamaların değişmesi için YÖK' e dava açmış birisi olarak söylüyorum. ( Ben davayı açtıktan bir sene sonra bizim istediğimiz bir çok değişiklik olmasına karşın ben davayı kaybettim. Ve yaklaşık 2 milyara yakın vekalet ücreti ödedim)

Konumuza geri dönersek  Mobilya ve Dekorasyon önlisans programını okuyan bir arkadaş lisansta Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümüne DGS ile dikey geçiş yapacak. Oysa bu bölüm kaç devlet üniversitesinde var ki! Hemen bakalım. Gazi'de 2 kişi , Marmara'da 2 kişi, Mimar Sinan'da 3 kişi , Odtü'de 2 kişi. Yani sadece dört tane devlet üniversitesinde toplamda 9 kişilik kontenjan var. Oysa yaklaşık 140 tane ( örgün öğretim yani birinci öğretim ve ikinci öğretim olmak üzere) önlisans programı var. Her bir önlisans kontenjanı ise 30 ile 60 arası değişiyor. Biz ortalama 40 kişi desek bile 140*40= 5600 kişi yapar. Üstelik Mobilya ve Dekorasyon gibi bir bölüme geçiş yapabileceğiniz bölümleri sadece siz tercih etmiyorsunuz. Aşağıda da görüldüğü gibi  Mobilya ve Dekorasyon DGS ile Endüstri Ürünleri Tasarımı gibi bir bölüme geçmek için kendi bölümünden 5600 kişinin dışında Bilgisayar Destekli Tasarım, Bilgisayar Destekli Teknik Çizim, Endüstri Ürünleri Tasarımı , Endüstriyel Tasarım gibi önlisans programlarında ki kişilerle de yarışmak zorunda. Diğer bölümlerinde 5000  kişilik kontenjanları olduğu düşünülse ( daha az olabilir ama) toplamda yaklaşık 20000 kişi ile yarışması gerekecek .

Kısacası 20000 kişiden sadece ve sadece 9 kişi bu sınavda ( DGS) başarılı olabilecek. Kısacası bir bölüm seçerken bir çok değişkene bakmak lazım. Hatta sağlık sektörü ile ilgili bölümleri seçerken bile. Sadece devlete girer diye düşünmek mantıksız olur zira. 


Meslek lisesi memleket meselesi diyorlar ya doğru. Bu memlekette hangi mesele doğru düzgün çözüldü ki meslek lisesi sorunu çözülsün. Umarım ilerde meslek liseleri ile ilgili çözüm önerilerimi burada paylaşabilirim. Ama haftaya askere gideceğimden dolayı uzun süre bir şey yazamayabilirim. Görüşmek üzere...














EGEMENLİK, KAYITSIZ, ŞARTSIZ TELEVİZYONUN(DU)!*

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA
Aşağıda ki yazı bana ait olmakla beraber bir kitap için yazmakta olduğum bir taslaktır. 

EGEMENLİK, KAYITSIZ, ŞARTSIZ TELEVİZYONUN(DU)!*

Televizyon sözcüğü, Yunanca  “uzak”  anlamındaki ‘tele’ ve Latince “gör” anlamındaki ‘visio’ sözcüklerinden üretilmiştir. Uzağı görmemiz için tasarlandığı söylenen aletin bu gün yanı başımızda olan birçok şeyi göremememizi sağlaması (ya da umursamamamızı) ve dağınık bir bilinç oluşturması ise işin vahim tarafıdır.  1923 yılında İngiltere’de icat edilmesi ile başlayan bu sürecin 20. Yüzyılı 21. Yüzyıla güvenle taşıyacağı umudunu taşıyanlar epey yanıldı. En azından bir gelişmişlik göstergesi olduğu varsayılarak böyle düşünülüyordu şüphesiz. Ama yine İngiltere’de 1760-1850 yıllarında süregelen Sanayi Devrimi ve 1914’den 1945’e kadar süren birinci ve ikinci dünya savaşları ile yorulan dünya insanlarına yeni bir oyuncak lazımdı. İşte bu vazifeyi televizyon üstlendi. İcadından bu güne bilgi dolaşımını sağlaması gerekirken görüntü ve bilgi kirliliğini fazlasıyla üstlenen (ideolojileri dayatan)  televizyon, üretilen her icat gibi hizmet etmesi gereken yönleri çoğu zaman ıskaladı. İktidarların ya da muhalefetlerin, para babalarının, televizyon sahiplerinin, kalitesiz televizyoncuların, yapımcıların, reklamcıların yani halktan çıkar sağlamaya çalışan tüm menfaat sahiplerinin ekmeğine yağ sürülmüş oldu. Üstüne bilgisiz ve bilinçsiz ailelerin ve bireylerin çaresizliği eklenince kaosun fitiline ateş çoktan verilmiş oldu.  
Reginald Damerll "hiçbir çocuk ya da yetişkin TV izlerken daha fazla TV karşısında kalarak daha iyi konuma gelmez. Gereken beceriler o kadar basittir ki henüz yeteneksizliğinden dolayı TV izleyemeyen bir çocuk duymadık" der.  Neil Postman’ın ve Cemil Meriç’in söyledikleri ise birbirlerinin sağlamasını yapar sanki.  Postman’a göre: Televizyon okuma kültürünü yok etmiştir. Halbuki zihinsel gelişim için okuma eyleminin yerini hiçbir eylem tutamaz. Seyirci olmak için hiçbir beceri gerekmez. "Televizyon okuma-yazma kültürünü genişletmez ve pekiştirmez. Tersine, okuma-yazma kültürüne saldırır. Televizyon, herhangi bir şeyin devamıysa eğer, on beşinci yüzyıldaki matbaanın değil, 19. Yüzyılın ortasında telgraf ile fotoğrafın başlattığı geleneğin devamıdır." (Postman, 1994: 96)
Meriç ise “Televizyon kültürü diye bir mefhum tanımıyorum. Televizyon, aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icat edilmiş bir nevi afyondur. Televizyon seyrederken şuurumuz yarı uykudadır. Bu itibarla seslerin ve renklerin cümbüşü ile bir kat daha sarhoşlaşır ve kendimizden geçeriz. Televizyon, şuurdaki son pırıntıları da yok eden bir cehennem makinesidir. Kişiyi gerçek hayattan koparan. Yokluğa, boşluğa, şuursuzluğa açılan bir kapı... Bu korkunç tiryakilik, kurbanlarını batılılaştırmaz, batırır. Kültürün dün de, bugün de, yarın da tek taşıyıcısı vardır: Kitap. Televizyon kültürü, kültürle münasebetlerini kesmeye karar verenlerin uydurduğu bir yalandır. Batının bütün fuhşiyatını haremimize taşıyan bu kanalizasyonun hayırlı bir işe yarayacağını ummak büyük iyimserlik olur. Eskiler "medenîleşmek, frengileşmektir" demişler. Televizyonun cömertçe dağıttığı medeniyet de bu çeşit bir medeniyet"  diyor.( Meriç, 1986: 404)
Bunca televizyon karşıtı görüşe rağmen televizyonun faydalarını da görmezden gelmemek gerekir. Kimi birçok kişide televizyonun faydalarından söz eder. Sonuçta her evde olan bir aleti ve neredeyse ırksal arkatipsel bir devinimi olan televizyonu hayatımızdan çıkarmak için çok geç kaldık. Ama bu geç kalmışlığımızın devamının gelmemesi gerekir. İşte bu iyi bir medya okuryazarı olmakla çözümlenebilecek bir sorun olabilir. “Neyi okumalıyım” , “Neyi izlemeliyim”  i bilinçli sorup gerçekçi cevaplarla buluşturabilirsek televizyon ve diğer medya organları görevini doğru yerine getirebilir. İşte bu kolaj hem bunu sağlamaya yönelik bir toplama olmayı hedefler. Tüm öğretmen (eğitimci) ve öğretmen adaylarına umarız klavuzluk eder.  "Öğretmen öğrencilere malzemeyi, üzerinde düşünmeleri için sunar ve öğrenciler kendi düşüncelerini ifade ederlerken o da önceki değerlendirmelerini yeniden gözden geçirir" (Freire, 2003: 58) Paulo Freire ‘nin dediği gibi gerek öğrenci gerek öğretmen burada öznedir. Doğru olan ve yapmamız gereken televizyon, internet ve diğer tüm medya organlarını kullanırken gerçekle yüzleşmekten geçer. “Yüzleşme noktasında ne mutlak cahiller ne de yetkin bilgeler vardır; sadece halen bildiklerinden daha fazlasını öğrenme girişimi içindeki insanlar vardır. “ (Paulo Freire -Ezilenlerin Pedagojisi )
* Televizyon egemenliğini her zaman üst düzeyde koruyamayacak olsada 
(internet ve sosyal medya nedeniyle ) egemenlikten payını her zaman almasını bilecektir. 

AĞZI OLAN KONUŞUR AKLI OLAN SUSAR

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA


Bazı insanlar hep konuşur ama ne konuştuğunu bir türlü anlamazsınız. Toplu bir hipnoz gibi konuşanı seyretmek bizde alışkanlık haline gelmiş. Anlamıyor ama dinliyor , konuşuyor ama ne konuştuğumuzu bilmiyoruz. Ve hayat böyle geçip gidiyor işte. 

25 Temmuz 2012 Çarşamba

MEHDİ ve ZEKİ DEMİRKUBUZ

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA


Zeki Demirkubuz bir yönetmenden çok derdi olan bir adam. Bu açıdan hem kendisini severim her derdi olan gibi hemde  derdini anlatmak için bir dil oluşturabilmiş bir çok kişiyi. Bu öykünün filmini seçmek istiyormuş bir zamanlar. Sonra rafa kaldırmış. Benden kıyısından köşesinden bir öykücü olduğum için iyi öyküyü az çok tanırım. Bu gözü kara öykülerden. Köşede kalmışlardan biraz. Haydi bakalım öyküye başlayalım.
İstanbul otogarı viyadüklerin çevrelediği bir örümcek ağıdır. Ağlarına yalnız bahtsızlar takılır. Parası olmayanların kaderleri değişmesede yerlerinin değiştiği bir başlangıç, ya da sondur burası. Hele öğlen kalkan ya da öğlen ulaşan otobüslerin yolcusuysanız, bu hayata sarılma direncinizin ilk test yeri yine bu otogardır.
Öğlen ezanı okunuyordu. Nisan’dı ama hâlâ kaşkollara sarılmış insanlar, ciğerlerinden çıkan havayı kaşkolun içine üfleyerek ısınmaya çalışıyorlardı. Artvin’e gidecek otobüs yolcuları sigaralarından son bir fırt çekip, otobüsün basamaklarını çıkıyorlardı. Muavin bagaj kapaklarını kapattı, peron görevlisi içerideki yolcuları sayıp, kafasını arka kapıdan uzatıp bağırdı.

“22 numara, 22 numara…” 22 numara yoktu. Tam o sırada bir ambulans yanaştı yan perona. Ambulanstan gözaltına kadar sakallı bir adam indi. Muavine el kol yapıp otobüsü durdurdu. Muavin “bagaj var mı?”. Adam “yok, ama cenazem var” dedi. Muavin yıkıldı. Çünkü ağzına kadar dolu bagajı indirip, tekrara yerleştirmek demekti bu. Peron zili çalıyor ama Artvin otobüsü hâlâ bagajlarını topluyordu. Tabut orta kısma sürüldü, ambulans sessizce ayrıldı yan perondan. Yolcular cama dayanmış, efkarlı gözlerle izliyordu olan biteni. Terden pembeleşmiş yüzüyle muavin adamı buyur etti içeri, otobüs yola düştü.
22 numara yolcusunu merakla süzdü otobüs. Müsade isteyip yerine oturdu. Yanındaki yolcu merakını kustu hemen; “Allah rahmet eylesin, yakının mıydı?” Adam düşündü uzun uzun, “Mehdi” benim neyim oluyor diye. İçini çekip, “kardeşimdi” dedi. Otobüs köprü üzerinden geçiyordu. Adam içinden, “Mehdi, son kez hisset boğazı” diye geçirdi. Uzun yol başlıyordu.
Adam kitabını açıp okumak istiyordu ama yanındaki yolcu kıpır kıpırdı. Sürekli içleniyor, vah vah çekiyordu. “Kaç yaşındaydı” diye sordu yolcu. Adam, “tam olarak bilmiyorum, ama ben yaşlarındaydı” “Yahu kardeşim diyorsun yaşını bilmiyorsun” diye hayret dolu çıkıştı yolcu. “Kardeşim dediysem, öyle değil” dedi adam. “Ya nasıl?” dedi yolcu. Uzun bir sohbet başlıyordu, otobüs İstanbul sınırlarından çıkarken.
Mehdi’yi ilk kez hapishanede gardiyanlarla dövüşürken gördüm. Alt koğuşlarda, 1980 fraksiyonunun koğuşlarında kalıyordu. Orada kavga çıkınca bizim koğuşa postaladılar. 1980 fraksiyonu ile bizim koğuşun görüşleri ters olduğundan kimse yüzüne bakmadı Mehdi’nin. En dipte benim ranzanın sağ altına yatırdılar onu. Birkaç ay kimseyle konuşmadı. Yemek yaptı, topladı, çay dağıttı. Havalandırmada yalnız dolaşırdı. Koğuş eğitimlerimize katılmazdı, “anlamam öyle şeylerden” der, kenara çekilirdi. Anladım ki fraksiyoncu falan değil. Bir harita metod defterine gazetelerden resimler kesip yapıştırırdı geceleri. Her koğuş baskınında jandarma o defteri bulur yırtardı. Bizim zulayı bilmediğinden her seferinde yeni defter bulur, bir daha ki baskına kadar çalışmasına devam ederdi. Bir sonraki baskın tiyosu geldiğinde haline acıyıp, defterini bizim zulaya attım. Jandarma döşek altını açıp defteri bulamayınca Mehdi hayretler içinde kaldı. Ona aldığımı söylemedim, merak ediyordum çünkü deftere neler yapıştırdığını. Herhalde karı kız resimleridir, hela için malzeme yapıyordur diye düşünüyordum. Öyle ya jandarma bulur bulmaz paramparça ediyordu defteri. Işıklar sönünce zuladan çıkardım defteri. Gözlerime inanamamıştım. Koğuşta kimsenin okumayıp bir kenara attığı, ziyaretlerde don, sigara sarılıp getirilen, iaşe sandıklarının üzerinde gelen ne kadar spor sayfası varsa ayıklanmış, içlerinden ne kadar Beşiktaş ile ilgili haber varsa kesilip bu deftere yapıştırılmıştı. Resimlerin kimilerinin üzerinde domates çekirdeği vardı, kimileri sonradan ütü vurulup düzleştirimiş buruşukluktaydı. Ama her birinin altında tarihi düşülmüş, önemli yerlerinin altı çizilmişti. İlginç gelmişti bana Mehdi.
Bir sabah yoklamasında yanında durdum. Pantolonuma soktuğum defteri arkadan sıkıştırdım eline. Şaşırdı. Çocuk gibi sevindi. Teşekkür etmek istedi, konuşmadım onunla. Ajan damgası yiyebilirdim koğuşta. Havalandırmada yolumu kesti. “Sağ ol” dedi. Sigara tuttum ona. Çömeldik. “Kimsin, necisin, ne arıyorsun siyasilerin mapushanesinde?” dedim. “Vallahi bende bilmiyorum, neci olduğumu bende bilmiyorum” dedi Mehdi. “Peki anlat o zaman” dedim. “Kimseye demek yok ama, söz mü?” dedi. “Söz” dedim.
Eylül 80 yılıydı. Malum stat bir tane. Ülke bir savaş yaşıyor ama bizim derdimiz kapalıyı kaptırmama savaşı. Akşamdan yığıldık, sabahlıyoruz kapalının kapısında. Kimimizin koynunda şarap, kiminde emanet, kiminde yarım somun ekmek. Baskın yemeyelim diye üçer üçer erketeye çıkıyoruz Maçka tarafına, Dolmabahçe’ye, spor sergiye. Ben gece üç gibi Maçka’dayım. Motorcular geliyordu aşağıdan. Son seferinde karşıdan grup indirmiş, nümayiş yapacaklarmış dikkat et dediler. Bıçkın delikanlıyız o zamanlar, semtimizde nümayişe tahammülümüz yok elbet. Bir o sokağa dalıyorum, bir bu sokağa derken bir baktım, o grup duvara tezahürat yazıyor. Allah dedim, çektim emaneti üzerlerine yürüdüm. On kişiydiler, dayak yerim ama hiç olmazsa bir ikisini iyileştiririm dedim ama beni görünce öcü görmüş gibi kaçmaya başladılar, bende arkalarından. Meğer benim hemen arkamda Polis varmış, ben onları kovalıyorum, koşuyorum, polis hepimizin arkasından koşuyor. Girdik bir çıkmaz sokağa, çocuklar durdular, elleri havada, ben hâlâ bana teslim oldular diye havalardayım. Polis arkadan ışık tutunca uyandım. Elimde emanet, kolum havada, megafondan “at elindeki silahı” diye bağırıyor, ben kala kaldım. İçimden sıçtık şimdi dedim ama yırtarız. Çocuklar bilmem ne örgütünden, ben orada saf saf bir adam, polis minibüsünde Gayrettepe’ye vardık. Nezarete oturduk, geçmiş olsunlaştık. Çocuklar duvara yazı yazacakalarmış meğer, ben onları ne zannettim, güldüm kendi kendime. Bir an önce salsalarda maça yetişsem diyorum hâlâ. Nezarette çocuklardan ayrılıp duvara yaslandım, sabah oluyordu, sigara tuttu arkamdan biri. Uzandım aldım, hırsızmış, basılmış evde salak. Durumu anlattım güldü bana. Rakip takımı tutuyormuş. “İyi beklememişsin maçı nasılsa koyacaz size” dedi. Ağırıma gitti zırtapoz hırsızın lafı, koyum kafayı burnunun üstüne, dağıldı ağzı burnu. Apar topar çıkardılar dışarı. Tehditler savurdu bana. “Hadi lan ikile, kodumun hırsızı” dedim arkasından. Sabah dokuz gibi sorguya aldılar teker, teker. Sıra bana geldi. Klasik sorgu odası işte. İçim rahat, ifadeyi verip gideceğim maça. Aaa, bir baktım bizim hırsızı da aldılar odaya, oturdu karşımda. Burnu tamponlu, sargı içinde. “N’oldu lan yetmedi?” dedim. Koltuğunun altındaki silahı görünce yıkıldım. Sivilmiş meğer, nezaretten laf almaya karışmış, nasıl yedim bu numarayı diye kendi kendime kızdım. Diğer çocukları salmışlar mahkemeye kadar, ama bizim kırık burun davasından “memura karşı koyma ve darptan” kalakaldık. Maç gitti, ama asıl giden benim hayatımdı. Asker ertesi gün darbe yaptı. Memurun raporuna göre hâlâ ben örgüt üyesi zanlısıydım. Darbenin ilk günlerinde kurulan mahkemelere çıkartıldım. Konuşturmadılar bile. Sonrası o koğuş senin, bu koğuş benim. Her koğuş derdimi anlattıkça bana ajan muamelesi yaptılar. Ben de kimseyle konuşmamaya başladım. Dışarıda hâlâ bizim tribünden avukat çocuklar uğraşıyormuş ama yakalandığım grup çok sivriymiş, çok vukuatı varmış, yırtamaz demişler. Ben de bir umuttur bekliyorum iki yıldır. Ama şu gardiyanlara gıcık oluyorum, ne olduğumu bildiklerinden ne zaman maç kaybetse Beşiktaş abuk subuk hareket yapıyorlar, bende dalıyorum, sonrası jandarma dayağı, bıktım, ağzımda diş kalmadı.
Otobüs otobanı bitirmiş, yola döner dönmez, mola vermişti. Yolcuya kalsa hikayenin devamını dinlemek için altına işemeye razıydı. İkide bir vah vah diyor, yorum yapmak istiyordu. Adam aşağı indi, bir sigara yaktı. Hava soğumaya başlamıştı. Bagaj sıcak mıdır, diye düşündü. Ölüler üşümezdi oysa. Çaylarla birlikte üst üste, hızlı hızlı sigaralar içildi. Anons yapıldı, otobüs mola yerinden ayrıldı. Meraklı kulaklar dikildi, VCD’de oynayan filmi kimse seyretmez olmuştu. Adam devam etti.
Mehdi’nin bir arkadaşı olmuştu artık. Ben. Okumamıştı, ama hayat onu yetiştirmişti. “Bize katıl” dedim ona. “Anlamam o işlerden, sevmem o işleri” dedi. “Olsun vakit başka türlü geçmez, gel otur akşamları sen de tartış bizimle” dedim. Koğuş sorumlumuza durumu anlattım. Ajan olabilir dedi. Ben kefil oldum Mehdi’ye. Oturdu o akşam bizimle. Kısmetsiz Mehdi’nin ilk gecesi de şanssız başlamıştı aramızda. Okuma yapılacaktı. Zuladan kitaplar çıktı. Herkes harıl harıl okumaya başladı. Yan gözle Mehdi’yi seyrediyordum. Okumak ne kelime, kitaba bakmıyordu bile. Sonra harita metodunu soktu kitabının arasına, yine kendi dünyasına daldı. Ama onu bekleyen bir sürpriz vardı ki, okunan kitabın bölümü hakkında tartışma yapılacaktı gece yarısı. Okuma bitti. Bölüm bölüm, herkes koğuş sorumlusunun sorduğu sorulara yanıt veriyordu. Sıra Mehdi’ye geldi. Ben gözlerimi kapadım, çıkacak cümbüşü ve Mehdi’nin sorumluluğunun bende olduğunu düşünerek başıma gelecekleri düşünüyordum. Koğuş sorumlusu sordu “Mehdi, teoride yenilmek, kişi benliğinde ideolojiyi zedeler mi?” Ben yer yarılsa içine girsem diye düşünürken, Mehdi gırtlağını temizledi, konuşmaya başladı, kulaklarımı tıkadım.
“Bir harekete taraf olmak, eğer ona aşk ile bağlanmamışsan sana kaçacak çok fırsat bırakır. İnsanın kendi dünyası bencillik üzerine kuruludur. Benlik, bencillikten türemiştir. Teori diye tanımlanan hareket, insanın bencilliğini beslemezse kaybolur gider. İşte insanoğlu harekete saygısını yitirmemek için aşkı doğurmuştur. Beyninde aşk olmazsa benlik ya da bencillik, teoriyi zorunluluk haline getirir. Teoride yenik düşmek, eğer teorinin insana salgıladığı aşk yoksa yenilmektir. Ben sevdalarıma hiç yenilmedim”
Sessizlik oldu. Kulaklarımı diktim sessizliğe. Felsefenin temel ilkeleri, bir adamın sözleri karşısında yenik düşmüştü. Işıklar söndü, herkes o gece öğretilen teoriyle aşkını koydu teraziye. Birkaç gece geçti. Koğuş sorumlusu Mehdi’yi istedi yanına. Ajan olup olmadığını dışarıdan sorgulamıştı. Hiçbir kayıt yoktu. Direk sorgu yapacaktı. Havalandırma sırasında ben, Mehdi’yi karşısına oturttu. Hikayesini O’na da anlattı Mehdi. “Peki, sen bunca felsefe kitabıyla boğuşup vardığımız yargıları, bir aşka bağlayıp nasıl sonladın Mehdi?” dedi koğuş sorumlusu. “Siz hiç Beşiktaşlı oldunuz mu?” diye cevap verdi Mehdi ve devam etti. “Yaşadığımız bu hayatı nasıl yaşayacağımızı biz kitaplardan öğrenmedik. Veya şu doğrudur diye kimse bize destur vermedi. Hayatı eğrisiyle doğrusuyla yaşadık dibine kadar. Ve bizim yaşayışlarımızın bize gösterdiği doğrular oldu, yeri geldi bizim yanlışlarımızı doğru uygulaması için abi olduk. Bir felsefemiz oldu yalnız yaşanmışlıklardan. Şimdi siz başkalarının hayat deneyimlerinden türettiği felsefe ile değil kendinizinkini, bir ülkenin kaderini çizme yarışına giriyorsunuz. Peki kendinizi, yeteneklerinizi ve harekete olan aşkınızı ne kadar biliyorsunuz? Veya bu coğrafyada yaşayanlar sizin için ne ifade ediyor?” diye konuştu Mehdi.
Ben yanılmıştım. Üniversiteler okumuştum, kitaplar yutmuştum, makalelerim çıkmıştı dergilerde ama Mehdi’nin Beşiktaşlılık üzerine yaptığı küçük bir yorum bile felsefemizin ne kadar kitaba ve teoriye bağlı olduğunu bana göstermişti. İleri ki günlerde Mehdi o bize biraz sığ ve argo jargonu ile Beşiktaşlılığı anlattı. O zamana kadar sporu, hele hele futbolu küçük burjuva eğlencesi olarak, toplumun afyonu sayan bizler, Beşiktaşlılık felsefesi içinde fanatik bir taraftar olup çıkmıştık. Şimdi anlayabiliyorduk Mehdi’yi, bu kadar bir futbol takımını sevip, maçlardan, seyirden, gazetelerden, radyodan bu kadar uzak kaldığı halde Beşiktaş’ı bu kadar sevebilmesini. Çünkü sahada oynanan oyun değil, taraf olmanın hazzı yakıyordu ve bağlıyordu beynini.
82 yılında duruşmalarımız hızlanmıştı. Kararı çıkan kendi memleketine yakın cezaevine naklini istiyor, orada daha rahat edeceğini düşünüyordu. Mehdi’ye yapışan örgüt davası çok dallanmış, hakkında ağır kararlar çıkar hale gelmişti. Çok idam vardı ve Mehdi hâlâ suçsuzluğunu kanıtlayamıyordu. Bu arada çok uzun yıllardır şampiyon olamayan Beşiktaş şampiyonluğa koşuyordu. Akşam saat yedide herkes haberlere kulak kesmişken Mehdi bir an önce spor haberlerinin gelmesini bekliyordu. Yaza doğru karar çıktı, devlet düzenini değiştirmek amaçlı suç örgütüne üye olmaktan idamı istenmişti Mehdi’nin. Hakim daha önce işlenmiş suçu olmadığından hafifletici sebeplerle cezasını müebbete çevirmişti. Bu tam bir yıkımdı. Mehdi’yi sakinleştirmek için yanına gittim. Zaten sakindi ama hüzünlüydü.
“Şimdi olacak şey mi bu müebbet? Yani ben bir daha hiç Beşiktaş maçı seyredemeyecek miyim şimdi?” dedi Mehdi ve devam etti. “Bir de benim sevdiğim vardı biliyor musun? O benim sevdiğimin farkımda bile değildi ama ben onu çok severdim, bir veda bile edemedim.” Mehdi sevdiği kızı uzun uzun anlattı bana. Yüzünü anlattı, ellerini anlattı, gülüşünü anlattı, evini önünü anlattı, bakışlarını anlattı. Beynimde zehirli bir düşünce, o anlatırken, kızın resmini çizmişti gözümün önüne. Söyleyemedim ama ben de aşık olmuştum o kıza, Mehdi’nin kızına.
Karar çıktıktan sonra temyiz istedi ama nafile. Artık buralarda kalmasının anlamı yoktu. Nakil istedi. Hem de kimselerin tahmin edemediği bir yere, Eskişehir’e. Ki en kötü şartlardaki cezaeviydi o dönemin. Ama Beşiktaş orada oynayacaktı şampiyon olacağı maçı. İdare seve seve kabul etti, bir ilk yaz günü elinde bavul, ardında bizleri bırakıp çekip gitti. Giderken sanki mahpusluğa değil, İstanbul’dan Es-es deplasmanına giden çocuklar gibi bir tebessüm vardı yüzünde.
Otobüs gece yarısı Samsun otogarına girdi. Uykudan ağırlaşmış gözlerde bir hüzün vardı. Bütün otobüs bu hikayeyi dinler olmuştu artık. Yemekler yenildi otogarın lokantasında, adam hürmet görüyordu ve şoförlerin masasındaydı artık. Biran önce otobüse dönüp Mehdi’yi dinlemek istiyorlardı. Oysa Mehdi bagajda kendi hikayesinden habersiz, öylesine cansız toprağa doğru seyrine devam ediyordu.
“Sonra ne oldu, görüşebildiniz mi?” diye sordu şoför. Adam kaldığı yerden devam etti.
Bizim koğuş az bir ceza ile yırttı bu işten. Üçer beşer yıl yatıp çıkacaktık. Bu sevince bir de Beşiktaş’ın Eskişehir’i 3-0 hükmen yenip şampiyon oluşu da eklenince, o gece hem Mehdi’yi anmak, hem de şampiyonluğu kutlamak için eğlence tertip ettik. Bir hafta sonra ben de ayrıldım oradan. Bursa hapisanesine sevk oldum, iyi bir yerdi. Ama Eskişehir’den inanılmaz haberler geliyordu. Kıyım vardı, çok zor haber alabiliyorduk. Mehdi gelen sevklerle iyi haberlerini gönderiyordu, bir de boncukçuluğa merak sarmış, çakmak kılıfıydı, anahtarlıktı, siyah beyaz hediyeler gönderiyordu bana. Ara sıra mektup da yazıyordu, ama yarısı yırtık, karalanmış ve silinmiş şekilde. Silinmeyen yerlerinde o kızdan bahsediyordu yine. Küçük bir isyan var diye duyduk Eskişehir’de. İçim içimden gitti, Mehdi, dedim. Bir şey olmamış ama sürmüşler doğuda bir yere, haber gelmedi sonraları. Ben tahliye oldum. Mehdi’yi aramaya koyuldum ama nafile. Eskişehir’de isyanı o başlatmış. O yüzden gittiği yeri söylemiyorlardı. Avukatlar tuttum, işi kovaladım ama devir bizim devrimiz değildi. Çaresiz İstanbul’a döndüm. İçim içimi yiyordu. Mehdi’yi bulamıyordum. Arkadaşlarını buldum Beşiktaş’ta. Onlarda kovalıyorlardı işi ama nafile. Birden karşıma O çıktı. O kız. Mehdi’nin sevdiği kız, Mehdi’yi sordu. Büyülenmiştim. Konuşamadım bir süre. Bir muhallebicide oturduk, uzun uzun anlattım O’na olup bitenleri. Ama içimin yağları eriyordu ona baktıkça. Sık görüşmeye başladık, bir süre sonra Mehdi’den çok birbirimiz hakkında konuşmaya başlamıştık.
Adam bunları anlatırken bir homurtu oldu otobüste. “Yapılır mı bu?” diyordu bir kısmı, diğer yandan “niye olmasın?” diyordu arka taraftakiler. Otobüs Karadeniz’e paralel virajları ala ala, saatler sabaha karşı Vakfıkebir’e ulaşmışlardı. Adam devam etti…
“O’nunla evlendim. Beşiktaş’ta ev tuttuk. Mehdi’den haber yoktu. İşsizdim. Zor geçiniyorduk. Özal zamanına çabuk uymuştu koğuş arkadaşlarım. Reklamcı oldular, gazetelerde yazar oldular, hepsi yolunu buldu. Mehdi geliyordu aklıma ve söyledikleri. Hani o benlik bencilliğe dönmesi, aşkı, sevdası. Nerede kalmıştı o yüce teoriler. Hepsini bir çırpıda silmişti mahpus dostlarım. Çocuğumuz da oldu bu sıkışıklıkta, adını koymakta tereddüt etmedik: Mehdi”
O’nun alışkanlıkları bana geçmişti sanki. Tribün tayfası olmuştum, bir iş buldum sonraları.Kalem katipliği gibi bir şey belediyede. Yıllar geçti, Mehdi’den haber yoktu. Kimileri gördüğüne yemin ediyordu, yeni açıkta. Ama ben görmedim. İzini sürmeyi bıraktım. Yıllar geçti aradan. Bu sene bir maçta yeni açıkta bayrağını siyah-beyaza çeviren partililerin arasında görür gibi oldum sanki. Saçları beyazlamış bir adam peşinden koştum, yetişemedim. O muydu, değil miydi, çok kuşkulandım. Tekrar aklıma düştü Mehdi. Araştırmaya koyuldum ve buldum O’nu. Dosyasını çabuk çabuk okudum. Mardin’de, Antep’te, Bingöl’de yatmış. Hastalanmış. Yaralanmış. Önceden suç işlediği maddeler Avrupa Birliği uyum yasalarıyla ortadan kalkmasıyla suçları da ortadan kalkmış. Sonra da Rahşan Hanım affından salıverilmiş. Demek doğruymuş, O’ymuş. Sonra muhtarlıkları dolaşıp kaydını aradım. Bulamadım. Ta ki geçen haftaya kadar.
Uyku çökmüştü otobüse. Artvin gözüküyordu ama viraj, viraj, viraj. Ulaşılamayan bir kartal yuvasını andırıyordu Artvin. Adam yorgunluktan kısılan sesi ile bitiriyordu hikayesini.
Geçen hafta iki polis geldi evime. Polis gelince bir korku aldı beni, mahpusluktan kalma alışkanlıkla. Bir kağıt tutuşturdular elime. İstinye Devlet Hastanesi’nden çağırıyorlardı beni. Ne için diye sordum, tespit, dediler. Ceketimi aldım çıktık. Hastanenin bodrum katına indirdiler beni. Morg odasına bir sürgü açılmış, beyaz bir çarşafın başında bekliyordu morg bekçisi beni. Çarşafı kaldırdı, yatan Mehdi’ydi. Öylesine yaşlanmış, saçları beyaz, mutlu ve ihtiyar ceset yatıyordu sedyede. “Başınız sağ olsun. Giriş kaydına sizin isminizi yazmış yakını olarak, kardeşinizmiş, Allah sabırlar versin” Morg kadar soğumuştu damarlarımdaki kan. Yıllardır aradığım adam karşımdaydı, sarıldım O’na çaresiz. Evrakları hazırladılar, işlemleri yaptırdım. Ben ve bir tabut gecenin yarısı baş başa kalmıştık. Doğum yeri gözüme çarptı Mehdi’nin. Artvin. Ertesi gün onu Artvin’e götürüp gömmeye karar verdim.
“Peki kimi kimsesi kalmamış mı garibin İstanbul’da?” dedi muavin. “Yok, ölmüş hepsi, eniştesi de devlet memuru olduğundan başım belaya girmesin diye bulaşmadı cenazeye” diye cevap verdi adam.
Artvin otogarına girdi otobüs. Omuzlar üzerine alındı Mehdi. Yukarı mahallede bir camiye götürdüler. Otobüs yolcuları cemaat olmuştu. İmam sordu, “Nasıl bilirdiniz?” Hep bir ağızdan “iyi bilirdik” sesi yankılandı. Yalçın bir kayalık gibi mezarlıkta, kartal yuvasında buluştu toprakla Mehdi. Ama aşkı hiç ölmedi…
Göksel Duyum 

8 Haziran 2012 Cuma

İnsanlığa Ağıt olarak : Esma Redzepova - Dzelem Dzelem

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Bir Balkan- Romen ağıdı. Mutlu insanların göç ile nasıl savrulduklarını, ailelerini ve sevdiklerini nasıl kaybettikleri üzerine yazılmış bir marş. Zaman bulursam bu anonim ağıdın sözlerini Türkçe'ye çevirmek istiyorum. 

Şimdilik bununla idare ediverin : http://en.wikipedia.org/wiki/Romani_anthem

22 Nisan 2012 Pazar

EDEBİYAT TARİHİNİN EN İYİ KAPANIŞ CÜMLELERİ

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA


sabit fikirde bir yazı vardı, bende hiç durmadan oradan aldım.Zaten onlarda başka bir internet sitesinden almış : edebiyat tarihinin "en iyi ve en ikonik" kapanış cümlelerini barındıran 100 eser diye. Ben en sevdiklerimden birini koyayım dedim.

J.D. Salinger Çavdar Tarlasında Çocuklar
"Doğrusunu isterseniz, ne düşündüğümü ben de bilmiyorum. Pek çok insanın hakkında konuştuğum için üzgünüm. Bildiğim tek şey, size anlattığım herkesi biraz özlüyorum. Bizim Stradlater'i ve Ackley'i bile, sözgelimi. Sanırım, o lanet Maurice'i bile özlüyorum. Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra."


BİRDE EN İYİ AÇILIŞ LİSTESİ VAR 

25 Mart 2012 Pazar

24 Mart 2012 Cumartesi

Kim Milyoner Olmak İster ve Üniversite Gençliği

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA
Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü 2. sınıf öğrencisi Gözde Umay  "Türkiye Büyük Millet Meclisi başka hangi adla anılır?" sorusuna Parlamento yerine Yüce Divan deyince az biraz üniversite gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Bir çok yerde tantanası sürse de çoğu üniversite öğrencisi bu ve buna benzer bir çok soruyu bilmiyor ne yazık ki! Ortada ki sorunun kaynağına inmek gerek diye düşünüyorum. Siyaset Bilimi ve Uluslararası ilişkiler okuyan birisi niçin böyle bir soruya cevap veremez. Bence bu kendisi ile uzaktan yakından alakası olmayan bir bölümde okumasından kaynaklanmaktadır.

7 Mart 2012 Çarşamba

Eğitim Sistemine Uzaktan Bakış:Çin ve Japonya örneği

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Çok güzel biri uzun biri kısa belgesel serileri. Bence eğitim sistemimiz hakkında ahkamlar kesilmeden ve büyük laflar,projeler ortaya konmadan bu durumlar gözden geçirilmeli. Eğitimle uzaktan yakından alakalı herkes izlemeli diye düşünüyorum. 







4 Mart 2012 Pazar

Sadık hidayet-Kör baykuş

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

İran edebiyatı deyince Samed Behrengi (her ne kadar Azeri asıllı olsada) ve Sadık Hidayet benim aklıma gelen başlıca isimler. KÖR BAYKUŞ önemli kılan bir kaç şeyden biri çevirmeninin Behçet Necatigil tarafından yapılmış olması. Bu bile okumak için yeterli bir durum değil mi?

Gökte herkesin bir yıldızı olduğu doğruysa,  benimki çok uzakta, karanlık ve pek önemsiz bir şey olmalıdır.  Belki de benim hiç yıldızım yok”


http://dipnotkitap.net/OYKU_ve_NOVELLA/Kor_Baykus.htm




Le Monde'un Yüzyılın 100 Kitabı listesi

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA
 Bu tür listeler her zaman şüpheli gelir bana.Çünkü bu listelerin hazırlanma biçimlerine biraz komplo teorileri kurarak göz atarım hep. Siyasi bir propaganda olabilir diye belki.Belkide bilinçli bir bilinç oluşturma yöntemi vs... Ama şunu da göz ardı etmemek gerek. Her liste iyi ve kötü yanları ile size farklı kapılar açabilecek yazarları  sunar. Bunu ıskalamamak gerek diye düşünürüm. Bu da Le Monde'un Yüzyılın 100 Kitabı listesi. İçinde okunması şart bir çok kitap var. Tavsiye edilir.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Le_Monde'un_Y%C3%BCzy%C4%B1l%C4%B1n_100_Kitab%C4%B1_listesi

2 Mart 2012 Cuma

Gwendolyn Brooks-We Real Cool

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA



We real cool. We
Left school. We

Lurk late. We
Strike straight. We

Sing sin. We
Thin gin. We

Jazz June. We
Die soon.

23 Şubat 2012 Perşembe

TÜRK EDEBİYATINDA EN İYİ ÖYKÜCÜLER

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Notos böyle bir liste yapmış. İlgilenenler için öykü adına önemli isimleri içeren bir liste.

En iyi 20 öykücü

Sait Faik Abasıyanık
Sabahattin Ali
Tomris Uyar
Bilge Karasu
Vüs’at O. Bener
Füruzan
Cemil Kavukçu
Leyla Erbil
Memduh Ş. Esendal
Orhan Kemal
Haldun Taner
Sevim Burak
Ferit Edgü
Nezihe Meriç
Oğuz Atay
Murathan Mungan
Onat Kutlar
Ömer Seyfettin
Ayfer Tunç
Aziz Nesin


19 Şubat 2012 Pazar

Subliminal Mesaj Nedir?

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

sen fark etmeden sana yutturulan bir zokadır

bir ben vardır bende,benden içerü

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

  • SOKRAT, öğrencilerini yetiştirirken: ‘Okuduklarınızı ve duyduklarınızı değil, kendi düşüncelerinizi, kendi içinizde olup bitenleri söyleyin. Başkalarının ağaçlarından meyve yeme alışkanlığından sıyrılarak, kendi bahçenizin fidanlarını yetiştirin. İşte o zaman, meyve yemenin zevkini tadacaksınız’ diyerek, öğrencilerinin kendi kişiliklerini ve iradelerini özgür düşünce ortamında geliştirmeye yöneltmiştir.
  • Albert Einstein'ın 4 yaşına kadar konuşamadığını ve 7 yaşma gelinceye dek de okuyamadığını biliyor muydunuz? Öğretmeni ve ailesi onun zihinsel özürlü olduğundan kuşkulanmışlar. Beethoven'in müzik öğretmeni ise onun asla bir besteci olamayacağını söylemiş. Ya genç Beethoven ona inansaydı! Walt Disney ünlü olmadan önce çalıştığı gazeteden işe yaramaz fikirleri olduğu gerekçesiyle kovulmuş! Bütün bu insanlar çevrelerindeki kişilerin söylediklerine inansalardı ne olurdu? Dünya Beethoven'in müziğinden, Einstein'ın buluşlarından yoksun kalacaktı!
  • Bir zamanlar, büyük bir dağın tepesine bir kartal yuva yapmış. Bir süre sonra kartalın dört tane de yumurtası olmuş. Yumurtalar henüz kuluçka dönemindeyken dağda deprem olmuş. Kartalın yuvasmdaki dört yumurtadan biri, depremin şiddetiyle yuvadan düşüp dağın tepesinden yuvarlana yuvarlana vadideki bir çiftliğe ulaşmış. Bu çiftlik bir tavuk çiftliğiymiş.
    Çiftlikteki tavuklar kendi yumurtalarına pek benzemeyen bu değişik ve birazda büyük yumurtayı sahiplenmek istemişler. Yaşlı bir tavuk yumurtayı korumasına almış ve diğerlerinden ayırmadan büyütmeye karar vermiş. Zamanı geldiğinde kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Bir tavuk çiftliğinde bulunduğunu ve çevresindeki yüzlerce tavuğun arasında olduğunu görünce kendini tavuk sanmış ve bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Çiftlikteki tüm tavuklarda onu kendilerinden sayıyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyorlarmış.
    Kartal zaman zaman içinden: ‘Ben çevremdeki tavuklara pek benzemiyorum... Acaba ben kimim’ diye geçiriyor, ama bu kuşkusunu bir türlü dile getiremiyormuş. Ne de olsa o bir tavukmuş ve tavuk olduğunu bilmeli, kabul etmeliymiş. Bir gün çiftlikteki öteki tavuklarla birlikte oyun oynarken yukarılarda birkaç kartalın özgürce uçtuklarını görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşuveren coşkuyla haykırmış: ‘Aman Allah’ım, ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum’ demiş. Tavuklar onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler. ‘Sen bir tavuksun ve şunu asla unutma: Tavuklar kartallar gibi uçamaz’.
    Küçük kartal o günden sonra hemen her gün gökyüzüne bakıyor ve yukarılarda uçan kartalları arıyormuş gözleriyle. Bir kartal gördüğünde tüm hayranlığını ve özlemini kartal gördüğü her zaman yaptığı gibi, hep aynı sözlerle dile getiriyormuş: ‘Ah Tanrım! Ne olur ben de onlar gibi uçabilsem! Ben de onlar gibi kanat açabilsem göklerde.’ O böyle konuştukça, çevresindeki tüm tavuklarda her zaman söylediklerini bir kez daha yineliyorlarmış: ‘Vazgeç bu düşlerinden... Sen bir tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.’
    Küçük kartal, çevresindekilerin her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş ve yaşamını bir tavuk gibi sürdürmeyi kabul etmiş. Ve bir tavuk gibi sürdürdüğü yaşamının sonunda da bir tavuk gibi ölmüş.
not: okuduğum bir makaleden (pek zihin açıcı ve özgün bulmasam da makaleyi okumuşken aklımda kalanları buraya not edeyim dedim)


Anna Karina - Jamais je ne t'ai dit que je t'aimerai toujour

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

17 Şubat 2012 Cuma

johnny bunko: Manga olarak kişisel gelişim ve kariyer kitabı

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Johnny Bunko’nun Maceraları Amerika’da manga diye bilinen çizgi roman formatında hazırlanan ilk iş kitabı.Bu açıdan şöyle bir göz atmakta fayda var.En azından benim gibi kişisel gelişim ve kariyer kitaplarını sevmeyenler için bir alternatif sayılabilir.


11 Şubat 2012 Cumartesi

Alejandro jodorowsky ve inleyen nağmeler

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA


 Alejandro jodorowsky bilindik yönetmenlerin biraz dışında. Her ne kadar onu tanımlarken "kafa bir milyon" olarak tanımlasam da söylediklerinin bazılarına kulak vermek gerek.Aşağıda ki notlar 2011'de if istanbul kapsamında Türkiye'ye gelen Alejandro jodorowsky'nin konuşmalarından alıntımdır ve şöyledir:

Babam 5 yaşında ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış yahudi bir rustu. Nihilistti, koministti, stalinisti.
Hiç bir şeye inanmıyordu yani. Beni de 5 yaşında karşısına aldı ve Tanrı diye bir şey yok dedi. Benide o delirtti zaten.40 yıl boyunca nevrotiktim. Bu gün sahip olduğum her şey babamın budalalığı sayesindedir.

Sürrealizm bir çöküş içindeydi. Sürrealistler politize olmuştu. Troçkisttiler. Polisiye edebiyatı, çizgi romanı, pornografiyi, bilim kurguyu, rock müziği hiç bir şeyi sevmiyorlardı. Bizde kendi hareketimizi kurmaya karar verdik. O sıralar Marcel Marceau'ye yazdığım pandomim piyeslerden hiçte keyif alamıyordum.

5 Şubat 2012 Pazar

Milli Eğitim'in Kökenleri

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA
Milli Eğitim Bakanlığının bilinmeyen tarihine bakınca çok ilginç şeyler keşfedebiliyor insan.Maarif Nezareti'ni saymazsak 1923 yılında kurulmuş bir yapı. Bu açıdan o dönemlerin öğretmen profillerine bakıyorum gerçekten ilginç. Mesela Hüseyin Nihal Atsız (Kimilerince Faşist kimilerince Türkçü olarak tanınır) 1933'de Türkçe öğretmenliği yaparken sınıf arkadaşı ve meslektaşı Pertev Nâilî Boratav (Sol eğilimleri ile bilinir) ise folkloristlik,araştırmacı ve eğitimci olarak çalışmıştır. Zaten ikisi Fuad Köprülü'nün asistanlığını yapmıştır.Ki ben Pertev Nâilî Boratav'ı  Grimm kardeşlere benzetirim yaptıkları ile. Ayrıca yine yakın arkadaşları Adnan Cemgil bir öğretmendir.Ve sosyalist düşünceyi benimseyen bir yazar olarak bilinir. Oğlu Sinan Cemgil zaten Deniz Gezmiş ve diğer devrimcilerin yakın arkadaşıdır.1971’de askerlerle çıkan çatışmada öldürülür. 


Sonuç olarak bu saydığım tüm kişilerin hocası Mehmet Fuad Köprülü denebilir. O ise Demokrat parti zamanında bakanlık yapmış bir kişidir. Kısacası Milli Eğitim'in kafasının karışık olmasının kökenlerinde biraz buralarda gizlidir denebilir.



Liderler Sınıfı-1991

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Sade ve ince bir mizah. Siyasetin hangi sıralardan geçtiğinin küçük bir provası gibi...


16 Ocak 2012 Pazartesi

İlginç bir akademisyen örneği: Ahmet İnam

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA

Odtü'den ilginç bir akademisyen örneği Ahmet İnam. Odtü elek. müh bitirmesine rağmen Felsefe bölüm başkanı olması bile onu diğerlerinden başta ayırıyor gibi görünüyor. "Yakışan bilgi" adında Akşam gazetesinde çok güzel bir yazısı var. Öğrenci,öğretmen,akademisyen daha doğrusu her bireyin okuması gerek diye düşünüyorum. Kendimce önemli noktaları vurguladım.

Okullarda bilgiler alıyoruz. Okul dışında da yaşamın her anında bilgiler ulaşıyor bize. Öğrendiğimiz bilgiler hayatımızın neresinde duruyor? 'Oku' diyorlar, 'öğren' diyorlar. Peki, neleri nasıl okuyacağız? Öğrendiklerimizle nasıl yaşayacağız? Öğrendikçe sığ görüşlü, dar bakışlı nice insan var çevremizde. Yirmi yılı aşan profesörlük yaşamımda bilgisiyle yobaz, bilgisiyle dogmatik, bilgisiyle çirkin, genç yaşlı nice hoca nice öğrenci gördüm. Ezberci, papağan bilgi satıcılarının bu bilgilerini başkalarına anlattıkları halde, anlattıklarını yaşayamadıklarını gördüm. Şimdi 'bilgimizle nasıl yaşamalıyız?' sorusunu soruyorum tekrar tekrar. 

Bilgi ile malulüz. Tuhaf bir durum. Bilgi, yaşam sorunlarını çözmek için değil midir? Ne oldu da, bilginin kendisi bir sorun oldu? Sorun çözmek için yaşam deneyimlerimizden devşirdiğimiz bilgi, neden sorunlarımızı daha da ağırlaştırdı?
Elbette geçmiş yüzyıllarda da eleştirilemediği, yenilenemediği, yeterince işlenemediği, sınanamadığı; farklı toplumsal, kültürel güçlerin etkisiyle (siyasal, ekonomik, dinsel...) irdelenemediği için, yaşam sorunlarının çözümünü engelleyen, bu gezegende yaşamın serpilmesine ket vuran 'bilgiler' vardı. (Burada 'bilgiyi' genel anlamıyla 'enformasyon'un karşılığı olarak kullanıyorum!) Çağımızdaki bilgiyle olan ilişkimizdeki sorun, geçmişteki sorunları içermekle birlikte ondan ayrı özellikler de taşıyor. Bilgi sağlığımızın bozulmakta olduğunu söyleyebiliriz. (Bilgi sağlığına 'episteme' ve 'iatria' sözcüklerinden oluşan epistemiyatri diyebiliriz) Epistemiyatrik sorunların giderek arttığı bir dünyada, ne gibi belirtileriyle karşı karşıyayız bilgiyle yaşamayı başaramamanın? Epistemiyatrik semptomların en az onunu sayıvermek olası: 1. Sürüklenme. Bilgiler bizi çekiştiriyor, önümüze yığılan bilgilerle sürükleniyoruz. 'Oku' diyorlar, okuyoruz; 'seyret' diyorlar, seyrediyoruz. Epistemik gücümüz kalmamış: Neyi öğrenmek, neyi öğrenmemek konusunda seçme yapma, karar verme gücümüz kalmamış. Üzerimize yığılan bilgilerle 2. Duyarsız hale gelmekteyiz. 3. Şaşkınız. Kararsız. O bilgiden, bu bilgiye koşuşturmaktan. 4. Endişeliyiz. Güven duyduğumuz bilgileri bulamamaktan, onların etik sonuçlarının topluma, insanlığa zararlı olabileceğini düşünmekten. 5. Öğrendikçe sığlaştığımızı, yüzeyselleştiğimizi görmekten. Öğrenmemiz gereken bilgiler önünde kendimizi aciz hissetmekten! (Bilgiler karşısındaki bu beş türlü yetersizliğe hipo epistemi diyebiliriz! Hiper epistemi ise, bir yanılgıdır: gerçeklik hakkında bildiklerine tümüyle egemen olup, evrenin gizlerini bulduğunu sanma!)
***
Bilgiler, yaşamın kendiliğindenliği içinden devşirildiğinde, yaşantılarımızda uçları olduğunda, onlarla ilişkimizdeki sahicilik den söz edebiliriz. Bilgilerimizle yaşayışımız, ahlak varlığımız arasında, içten, derinden ilişkiler vardır. Sokrates, 'bilgi, olmak içindir' diyordu. Bütün bu bilgilerin ne anlamı var, bizi, yaşayışımızı güzelleştirmiyorsa? Yeryüzünde daha hakça bir düzenin kurulmasına hizmet etmiyorsa? Hakikati arama aşkı, yaşamı anlayarak, daha yaşanası hale getirmeye yaramıyorsa, ne değeri olabilir ki?
Bilgisi insana yakışmalı! 6. Yakışmama, saydığım epistemiyetrik sorunların altıncısıdır! Bilgisi üzerinden akan, bilgisini o alandaki diğer bilgilerle karşılaştıramayan, sahip olduğu görüşlerden farklı görüşlerle yüzleşemeyen, bilgisini farklı biçimlerde dile getirip, yorumlayamayan, bilgiyle sadece diploma, unvan, için ilişkide olan insana bilgisi yakışmıyordur. Anlamadan ezberleyenin, bilgisinin dayandığı temelleri kavramaktan aciz olanın, hele hele bilgisinin sınırlarını, haddini bilmeyenin, bilgisi ile çirkinleşenin, ahlaksız olanın bilgisi yakışmıyordur. 7. Bilgimizi sindirebilmeli, içselleştirebilmeliyiz. İçselleştirme özürlü bilgiçler, uzmanlar, teknisyenler ağızlarını açtıklarında çevrelerine terimler, kavramlar yağdırırlar: Kıt anlayışlarını terminoloji perdesi arkasına saklamak isterler. Soru sorulunca, ufak bir eleştiri alınca, hemen sinirlenirler. Saldırganlaşırlar. Bilgileri üzerlerinden dökülen bu insanların öğrencileri olmak büyük bir şansızlıktır. Yine de, bilgimizle nasıl ilişkiye geçmemiz konusunda, olumsuz örnekler oluşturdukları için gençlere yardımcı olabilirler: Nasıl bir insan olmamak gerektiğini öğrenebilir, bir öğrenci, böylelerinden, bilgiyle ilişkilerinde. 
***
Epistemiyatrik sorunlar yalnızca bireysel düzeyde ortaya çıkmaz. Toplumlar ve kültürler de bu sorunları yaşarlar. Örneğin, teknoloji ve bilim alanında kendi gündemini belirleyemeyen, epistemik özgürlüğü (bilgilerin altında kalmayıp seçim yapma özgürlüğü!) kıt toplumlarda, araştırma gündemini elinde tutanların önümüze yığdığı bilgiler önünde bir bakıma seçim yapabilsek bile, buna uygun uygulamalar yapıp, bu bilgileri bize özgü sorunlara uygulamada gücümüz eksiktir. (Epistemik özerklik yoksunluğu!) 8. Toplum olarak üzerimize yığılan bilgiler kafamızı bulandırıyor, 9. bilgi, kendisini üretenlerin, ürettiklerini pazarladığı, pazarlarda sattığı, bir meta haline geliyor, bir anlamda sömürülüyor; hakikat araştırması, araştırmayı yapanların ya da yaptıranların çıkarları doğrultusunda yönlendiriliyor. 10. Bilgiyle olan ilişkimde özgürlüğüm, özerkliğim elimden alınıyor; bilgiyle, yaşama olan sorumluluğumu yerine getiremiyor, bilginin etik ve estetik boyutlarını kavrayamıyorum. 
Bilgisi çoğalıyor insanın, ama hala kendisine, yaşamına, ilişkilerine yakıştırmayı öğrenemiyor!

mutluluk ve mutsuzluk üzerinde bir yazısı için : http://www.hakanesme.com/ky9.htm





FAME vs MUCK : ÜNİVERSİTE ALGISI ÜZERİNE U-FUCK APTAL BİR DİZİ ÖRNEĞİ

0 OLMASA MEKTUBUN YAZDIĞIN YORUMLAR OLMASA
fame-1980

muck-2012


 M.U.C.K adında "Müzik umutları cesaret kanatlarıydı" (epey zorlama bir isim olmuş farkındayız) adlı yeni sezon dizisinin fragmanını görünce resmen her halde bu bir şaka dedim. Çünkü her yerinden bayağılık ve aptallık fışkıran dizinin üniversite adına ne vereceği malum. En azından fragmanın bizi şaşırtacağı kanısında değilim. Görünen köy kılavuz istemez çünkü. Bu yetmezmiş gibi 1980'de Alan Parker tarafından yönetilen "FAME"  (2009'da yeniden uyarlması Kevin Tancharoen tarafından çekilmiş ve beğenilmemişti) benzerliği ise aşikar olduğu gibi zaten kötü bir dizinin kötü bir kopya olması ise daha fena bir durum. Zaten adam akıllı bir üniversite realitesi sunan ne dizi ne de bir film çekildi ülkemizde. Hepsi ucuz,hepsi basit hepsi ziyadesiyle basiretsizdi. Sırf izlenir , belki reyting getirir diye yapılan şaklabanlıklara mı yanalım yoksa bu çakma bir remake durumuna mı kızalım. Üstüne üstlük kötü oyunculuklar, liseli öğrencilerin üniversite algısını zedelemeye yönelik aptalca bir girişim ve vasat bir üniversite görüntüsü. Tamam ülkemizde üniversiteler güllük gülistanlık değil ama bu kadar gereksiz bir pembelik ve hoyrat bir aşiftelik yeri de değil . Olmamalı da.

Bu açıdan bu diziye en uygun cevabım önce FUCK sonra SUCK...